<İSTANBUL’DA KITLIK YILLARI>

-II- 

Kıtlık yılları bahsine geçmeden, Eminönü’nün en namlı Börekçisi “GİRİTLİ USTAYA”. Bu namlı Börekçi’nin dükkânı; “Eminönü Balıkpazarı Helvacı Bekir Sokağında” imiş. 1936 İstimlâki ile birlikte sokak da dahil yoklara karışmış. 

İstimlâkten sonra ise, “Eminönü Asmaaltı Caddesinde” küçük bir dükkân tutan Giritli Usta mahdumlarıyla birlikte bu mekânda şöhretini devam ettirmeye başlamış. Ne var ki, 1957 istimlâkinde burası da yoklara karışınca, bu sefer de seyyar Börekçiliğe başlayarak, mesleğinin bu çeşitini de denemiş, lâkin seyyar esnaflığı pek beğenmeyip, 1959’a kadar devam ettirdiği seyyar Börekçiliği de terk ederek, Börekçiliği tamamen bırakarak evine çekilmiş. Yâni kendi kendisini emekli kılmış. 

Merhum Koçu’nun kayıtlarına göre; özellikle ıspanaklısı pek nefis olan, “Giritli’nin Böreği”, sadece Eminönü sakinlerinin değil, hemen, hemen tüm İstanbul yakasının halkı tarafından benimsenmiş olduğundan, her fırsatta Giritli’nin Böreğini tadarlarmış. 

Denecektir ki, Börek bahsini bu kadar uzatmanın mânâsı ne?... Mânâsı şudur; Bilhassa kol-böreği ve poğaça İstanbul esnaf tabakasının sabah kahvaltısı ve bazı da öğle yemeği yerine geçerdi. Zira, en ucuz yiyecek maddesiydi. Benim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda: “Kol Böreği, Poğaça, Kemik-suyuna çorba, İşkembe-Çorbası, Peynir ve Zeytin Ekmek, Simit vs.” gibi yiyecekler, esnafın başlıca yemeği ve gıda kaynağı idi. 

Ne gariptir ki, günümüzde (2014) adları geçen yiyecek maddeleri artık zenginlerin sofralarını süslemektedir. Zira, gayet pahalı yiyecekler sınıfında baş köşeye oturmuşlardır. 

İstanbul insanı yangın ve deprem felâketleri yanı sıra, çoğu zaman kıtlık da çekmiş, gıdasızlıktan, genç ve körpecik yaşlarda verem illetine tutularak ahirete göçmüşlerdir ki, benim yakın arkadaşlarımdan dahi bu talihsizliğe uğrayanlar olmuştur. Ne denir, hemen hepsine rahmet olsun. Ekmek karne ile alınır ve bu sebeple idareli yenirdi. Sebzelere varıncaya kadar, bütün yiyecekler kısıtlıydı ve zaten öyle olmasa da hiçbir şey değişmezdi. Zira, maddi imkânsızlıklar hemen her ailenin belini bükmekteydi. 

BALIKPAZARI BÖREKÇİSİ VE TAŞRALI GARİBAN!...

Osmanlı İmparatorluğu XVI. Asırda, bir takım harici ve dahili problemler içinde bocalamakta, bir an evvel toparlanabilmenin çarelerini aramaktaydı. 

Dıştan ve içten bir takım sütü bozukların; ya ikbal hırsı veya İmparatorluğa karşı olan müzmin düşmanlıkları ile bir takım tezgâhlar kurarak, ülke içinde biri diğerine zıt kutuplar meydana getirmeye çalışmaktaydılar. 

Şöyle ki; olsun Anadolu ve olsun Rumeli sakinlerini, İstanbul’a göç etmeye zorlamakta: (Burada ne var ki? Çoğunuz açsınız. İstanbul bolluk içinde. Pay-i Taht Beldesine gitsenize, oranın taşı-toprağı altundur.) gibi yakıştırmalarla, taşra insanını İstanbul’a göçe zorlamaktaydılar. 

Asıl gayeleri ise, Osmanlı-Türk İmparatorluğu’nun can damarı olan ve İmparatorluk halkları’nın gıda ihtiyacının büyük kısmını karşılayan, Pay-i Taht Beldesi’nin başta Buğday olmak üzere bilumum gıda maddelerini kısıtlayıp, iç isyanlara zemin hazırlayabilme gayretine dayanmaktaydı. Nitekim II.Mahmud Hân devrinde, pek müthiş bir kıtlık dönemi yaşanmış ve pek zor önü alınabilmişti... 

Bu düzenbaz parazitlere kanan Anadolu insanı ise, bu iblislere kanarak, çiftini çubuğunu terk ederek İstanbul’a göçmeye başlayınca ardı arkası kesilmemiş ve böylece İstanbul’un düzeni, değişmeye başlamış, problem teşkil edecek duruma geldiğinde ise Şehrin kadim asayişi bozulmuş ve en mühimi de gıda açısından büyük değer taşıyan erzak darlığı, kara bir bulut gibi halkın üzerine yağmış, koca şehir adeta oturulmaz hâle gelmişti... Böylesi şartlar altında “Gurbetçiler”, çilekeş bir yaşantı içinde eriyip gitmekteydiler!.. 

Dahası, Devlet’in Çiftçisinden aldığı “öşür vergisi” de eski randımanında değildi ve miktarı hayli azalmıştı. 

Kanuni Sultan Süleyman Hân’ın vefatından bir yıl sonra (1567) Anadolu ve Rumeli Köylülerine “ÇİFT BOZAN VERGİSİ” adıyla bir vergi koydu ve toprağında çalışmayıp, İstanbul’a göçenler bu vergiye tâbi tutuldular. 

Dolayısıyla, İstanbul halkı, gayet sıkı bir denetimle yoklanıyor; içlerinde Taşralı olanlar tespit ediliyor; Mevzubahis vergiyi ödemesi, aksi taktirde memleketine dönmesi isteniyordu. Velâkin onca sıkı tedbirlere rağmen, (İstanbul’a göç) önlenememiş ve bir şekilde günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir: (Aralık 2014). 

Yukarıda kayıda geçtiğimiz sebeplerden dolayı, “zihnen ihmâl” edilmiş, bahtı kara Taşralı; en azından şansını deneyebilmek inancıyla İstanbul’a ve tabii ki, o yıllarda yâni Osmanlı devrinde en verimli iş merkezi konumundaki, Eminönü Limânı’na kapağı attıklarında; yarı aç, yarı tok, iş arayıp; hemen ne iş bulabilirseler karın tokluğuna dahi razı olmaktaydılar... 

Yegane tesellileri ise; “bir gün muhakkak yağlı bir iş bulacak ve zengin olacaklardı.” Evet böyle pembe bir rüyanın girdabında çoğu boğulup gitmiştir!... Evet! O İblisler onlara ne diyorlardı: 

“İstanbul’un taşı, toprağı altundurr!” 

Meşhur “Aşık İbrahim”in, Balık-Pazarı destanından aktardığımız, ilk kıt’ası, o insanların hüzün kokan duygularını en âlâ şekilde dile getirmiştir: 

“İstanbul’da attım bahtıma zarı 

Çıktı karşıma Balık-Pazarı 

Değmesin üstüne kem göz nazarı 

Minel kadim cihan üzere adı var.” 

Hemen her merkezi Limânda olduğu gibi, Eminönü Limanında da pembe hayâl aleminde aldanıp İstanbul’a kapağı atan taşralıların, hemen hergün, nöbet değiştirircesine gelip, gittiği, nicelerinin ise karanlık işler çevirenlerin tuzaklarında hayatlarını yitirdiği Eminönü Limânı ve hele Balık-Pazarı; nice gurbet zedenin hazin hikâyesini bağrına gömerek ört-bas etmiştir!... Evet! Bu semt nice gurbet garibinin içler paralayıcı hazin iniltisine, açlığına ve pek trajik sonuna bizzat şahit olmuş bir Roman materyali semttidir!.. 

O talihsiz “iç-göç zedelerin” açlıklarını, feryatlarını en âlâ şekilde dile getirmiş bir “anonim fıkra” okuduk ki, gerçekten okumaya değer. Milimi milimine aynen geçiyoruz: 

(İstanbul’a yapılan hızlı göçler döneminde, Yozgat’tan İstanbul’a henüz göçmüş bulunan bir garip Taşralı, Baş-Kent’e geldiği bir kaç ay olduğu halde ne yapmış, ne etmişse hiçbir iş bulamamış ve beraberinde getirdiği üç-beş kuruşu da bitince kaldığı bir Oteldeki bekâr odasından da ayrılmaya mecbur kalmış ve böylece geceleri kuytu bir köşeye sığınıp, gündüzleri de iş aramaya koyulan bu garibin sokaklarda sabahladığı takriben bir ayı bulmuş ve ağzına çeşme suyu dışında bir lokma ekmek dahi girmemiş olduğundan açlıktan titreye, titreye karın tokluğuna olsun bir iş ararken, Eminönü-Balıkpazarı’nda bir Börekçi Dükkânı gözüne takılmış, açlıktan bitap düşmüş olduğu için yarı baygın zar, zor dükkânın önüne gelmiş, Dükkânın büyükçe vitrininde nar gibi yatan ve de nefis kokusuyla hemen herkesi adeta büyüleyip kendine çeken Börek çeşitleri ve poğaçaların nefis görüntüsü, bizim zavallı garibi adeta büyülemiş ve kendisinin dahi ümit edemeyeceği bir hamle ile Dükkândan içeri girmiş, servis tezgâhında bulunan Börekçiye seslenmiş: 

-: “Selâmün Aleyküm!” 

-: “Ve Aleyküm selâm buyur!” 

-: “Bu dükkân senin mi!..” 

Börekçi: “Hz.Allah’ın inayeti ile benimdir.” 

-: “Börekler de senin mi?...”

Börekçi: “Evet benimdir.” Deyince. 

Bizim zavallı aç garip âdeta celâllenmiş ve gözleri faltaşı gibi açılarak: “Eşek gibi ne duruyorsun yesene be adam yesene diye haykırarak yığılmış kalmış. 

Evet (20 para) bastırıp bir tek poğaça dahi alabilmekten yoksun bizim talihsiz garip bayılmasın da kim bayılaydı!..) 

Yukarıda özetlediğimiz hikâyenin kahramanı o meçhul Yozgatlı kimdi? Börekçi ona acıyarak börek verip, iş buldu mu? Bütün bu hususlar bize meçhul kalmış taraflardır?... 

Önceki satırlarda da belirtildiği gibi, Eminönü-Limanı’nın nabzı, ticaretin merkezi durumundaki meşhur Balık-Pazarı idi. Dolayısiyle de hemen her cins gurbetçi kısmetini aramaya buraya gelir; bekâr hanları, bekâr Odaları’na postu sererler ve böylece kısmetlerini aramaya koyulurlardı. 

Ancak, her geçen gün miktarları biraz daha artmaya başlayınca, bu gürûhun içinde istenmezse de vurucu, kırıcı bir sınıf türemiş, Bekâr-Odaları başta olmak üzere, Gurbetçi bekârların bulunduğu her mahal, onların kontrole aldıkları bölge olarak değerlendirilmiş; Balık-Pazarı Kapusu onların merkezi barınağı olup çıkmıştı. Çünkü, işsizlikten, parasızlıktan ve de açlıktan dolayı hemen her nevi melânete açık olmaları kadar tabii bir şey olamazdı!... Nitekim önceki satırlarda özetlediğimiz “Börekçi Fıkrası” bu duruma en uygun misaldir!... 

<Devam edecek> 

Saygıdeğer okuyucularım, önümüzdeki bölümde buluşabilmek umudu ile cümlenize hayırlı, sıhhatli bir mutlu hafta diliyorum efendim. 

Not: Yazıdan herhangi bir pasaj alınması halinde gazetemize müracaat edilmesi gerekmektedir.