<Eminönü Külliyatı>

-VII-

EMİNÖNÜ MESCİTLERİ 

Eminönü-Limanı’ndaki meşhur “Selâtin-Camileri’nden ayrı olarak sûr dışında inşa edilmiş ve günümüzde mevcut olmayan Mescitler de vardı. (8 Kasım 2014) Bunların başlıcalarını aynen sunuyoruz: 

GÜMRÜKÖNÜ MESCİDİ: 

Fatih Sultan II. Mehmed Hân devrinde inşa edilmiştir. Gümrük-Önü istimlâkinden sonra, Mescid’in, yerini, “SELÂNİK-BONMARŞESİ” almış ve 1935 istimlâkinde, mevzubahis ticarethane de yoklara karışmıştır. 

TEKNECİLER MESCİDİ: 

Tekneci esnafına ait bir Mescid’di. Günümüzde kimsenin sözünü dahi ettiği yoktur ve zaten olamazda zira, mevcudiyeti çoktan yoklara karışmıştır. 

SOĞANCILAR MESCİDİ: 

Soğancılar esnafına ait bir Mescid’di. Mevzubahis Mescid’in tarihçesi hakkında yeterli bilgi edinemedik ki, bu tabiidir. Zira, bizde hangi daldan olursa olsun. Esnaf denen sınıf pek itibar görmez, daha ziyade, gayr-ı müslimler bu sınıfa yakıştırılır, İslâm esnaf azınlık teşkil ettiğinden pek umursanmazdı!... 

KİREÇ İSKELESİ MESCİD’İ: 

Kireç İskelesi mensupları ve Kireççiler esnafına ait bir Mescid idi. Mesleki Yoncaların tarihçesine ait belge teşkil eden kayıtlar incelenmeden yeterli bir yorumda bulunulamaz. Bizim ise konumuzun muhtevası açısından böyle bir çalışmaya girişebilme imkânımız yoktur. 

BURSA TEKKESİ MESCİDİ: 

“Bursa veya Arabacılar Tekkesi” gibi iki adı olan bu Mescid. Büyük bir ihtimalle, Arabacılara ait bir Mescid olması muhtemeldir!... 

BALIK-PAZARI TEKKESİ MESCİDİ 

VEYA İZZET MEHMED PAŞA MESCİDİ: 

Yukarıdaki kayıtta belirtildiği gibi, mevzubahis Mescid iki isimlidir. Ancak birincisi halk tarafından daha ziyade benimsenmiş olduğu için, birincisi tutunmuştur. 

Balık-pazarı İskelesi önünde; sekiz sekiz köşe planlı; kârgir, küçük taş minareli bir Mescid’dir. 

Sultan III.Mustafa tarafından ahşap olarak inşa ettirilmiş ve yandıktan sonra; Şehit Padişah III.Selim Hân tarafından kârgir olarak yeniden inşa ettirilmiştir. Dolayısıyla; “Selâtin Mescidi”dir denebilir. 

EMİNÖNÜ CAMİİLERİ

HİDAYET CAMİİ: 

1812 yılında, “Bekâr-Odaları ve Kayıkhâneleri’nin, yer ile yeksan edilip, haşerat yuvalarının yok edilmesinden bir yıl sonra (1813) yıkıntıların yerindeki arsalar tamamen temizlenmiş ve mezkûr mahale, Sultan II. Mahmud Hân tarafından ahşap bir Cami inşa ettirilmiş ve fakat bu mahallenin adı “Melek geçmez sokağı” oldUğu ve halk tarafından lanetlenmiş olduğundan, Sultan II.Mahmud Hân, mezkur sokağın üzerinden bu kötü imajı kaldırabilmek maksadı ile, yaptırdığı Camin adını “HİDAYET CAMİİ” tesmiye ettirdi. 

1887 yılında ise, Sultan II.Abdülhamid Hân, Mimar “Alexandre Vallaury”e kârgir olarak yeniden inşa ettirdi. Mevzubahis Cami mimari açıdan fazlaca bir değer taşımayıp, XIX.Asrın ikinci yarısında moda olan “oryantalist” tarzın bir basit örneği olmuştur. 

EMİNÖNÜ’NÜN İNCİSİ “YENİ CAMİ”

İnşasına XVI. Asrın sonlarında başlanan “Yeni Cami”nin inşa hikâyesi, hayli enteresan ve problemli bir yapıya sahiptir. İlk temel atma tarihinden, (8 Nisan 1598 Perşembe) 63 sene, 9 ay, 28 gün sonra uygulanan açılış merasimine; (8 Şubat 1664 Cuma) Sultan IV. Mehmed Hân, Valide ve Haseki Sultanlar ile vüzera Vezir ve sabık Vezirler ve ulema iştirak etmişler. Ayrıca bu hayırlı iş münasebetiyle, fukaraya altun ve gümüş paralar serpilmiş, ihsanlarda bulunulmuştur. İnşası, ölümler sebebiyle giderinin kesilmesinden dolayı, ancak üç kademede tamamlanabilmiştir. 

Bu muhteşem Selâtin Camii’nin Mimarları da garip bir tesadüf üçtür: Mimarlar Mimarı Koca Sinan’ın çırağı Mimar Davud Ağa, Mimar Dalgıç Ahmed, Mimar Mustafa Ağa. 

Üç şerefeli üç zarif Minaresi ile zerafet timsali Yeni-Camii’nin kubbesinin irtifaı 36 ve kutru 17,50 metredir. Deniz’den ve Kara-Köy Köprüsü üstünden bakıldığı zaman, pek muhteşem bir görünüm sergileyen bu mukaddes Mabed’in çinilerindeki nefaset de dillere destan olmuş ve sadece bizler değil, başka diyarlardan gelen turistlerin de ziyaretgâhları arasında birinci sırada yer almış ve almakta berdevamdır. 

YENİ CAMİİ’NİN İNŞA HİKÂYESİ: 

Kanuni Sultan Süleyman Hân’ın torunu, Sultan III.Murad Hân’ın refikası, Sultan III.Mehmed Hân’ın Vâlidesi, (Venedikli meşhur Safiye Sultan, muhteşem bir selâtin Camii yaptırmaya niyetlenmiş ve bu mübarek niyetini yerine getirebilmek için devrinin en değerli Mimarlarından, Davut Ağa’yı münasip bulmuş ki, bu seçiminde hiç de yanılmamış olduğu tarihen sabittir. 

Mimarlar Mimarı Koca Sinan’ın çırağı olup, himayesinde yetişen bu eşsiz yapı Ustası ise; böylesi bir mübarek işin kendisinin layık görülmüş olduğuna pek sevinmiş ve Ulu Yaratıcı’ya sonsuz şükranlarını arz edebilmek niyetiyle, hûşu ile iki rekât namaz kılmış, işini en mükemmel şekilde yapabilmesi için Cenab-ı Hakka ayrıca yakarmıştı. 

Daha sonra ise, hayalinde canlandırdığı pek muhteşem bir Mabedi tasarı hâline getirerek, bu minvâl üzere plânını çizmiş, böylece derhal inşasına girişmişti. 

Ne var ki, üstlendiği bu muazzam işin riski pek büyüktü ve bir çok yönden, gayet hassas çalışmalara muhtaçtı. Şöyle ki, Denizin hemen yanıbaşında inşa edilecekti. Bu sebeple Deniz’den gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı, gayet dirençli ve dayanıklı olması elzemdi. Dolayısıyla pek mahir bir Mimar’ın hünerli ellerinden çıkmış bir sağlam plâna ihtiyaç vardı. Yani Vâlide Sultan’ı bu faktörler tedirgin etmekteydi. Vâlide Sultan’ın çok iyi bir seçim yapmış olmaları hemen herkesi sevindirmişti. 

O Eşsiz Mimarın başladığı ve temelini bizzat atabilme şerefine eriştiği mevzubahis Selâtin Camii; gerçekten de bir mimari harika olarak değerli varlığını günümüze kadar eriştirebilmiş (Kasım 2014) nice Müslüman’ın ibadetine mutluluk katmasıyla birlikte yabancı turistlerin de ziyaretlerinde bu eşsiz Mabed’in kutsi güzelliğini hayranlık ve huşû içinde kalben selâmlayarak, Hz.Allah’ın bu mukaddes Mabedinin seyrine doyamamaktadırlar. 

Evet, bu muhteşem eserin ilk ve eşsiz Mimarı, henüz işin başında iken, Hz.Allah’ın Rahmet-i Rahmanına kavuşmuş ve böylece daha henüz işin başında iken inşaat çalışmaları durmuştu. Bu vaziyete ziyade üzülenler, bu sefer de dönemin tanınmış Mimarlarından “Dalgıç Ahmed Çavuş” namı ile bilinen bir yapı ustasına mezkûr görev tevcih edilmiş ve böylece çalışmalar tekrar başlamıştı. 

Gelin görün ki, bu sefer de Sultan III.Mehmed Hân, ardından da Safiye Sultan vefat edince; henüz birinci kat çerçevelerine kadar yükseltilebilmiş olunan Cami inşaatı; giderinin karşılanamaması sebebiyle, kendi hâline bırakılmış, daha doğrusu adeta terk edilmişti. 

Aradan yarım asırdan fazla (50 küsur yıl) zaman geçmesiyle âdeta unutulan bu muazzam yapı; âdeta bir enkaz, bir harabe halini alarak, hemen her Müslüman kişiyi ziyade üzmekteydi ki, gerçekten de yarım kalmış inşaatın hüzün veren durumu içler acısıydı... 

Nitekim rahatsız olanların başta gelenlerinden birisi de Sultan IV. Mehmed’in Vâlidesi Turan Sultan, bu utanç verici duruma bir son vermeyi düşünüp, yarım asırdır adeta kurtarıcısını bekleyen bu muhteşem ve fakat talihsiz Mabedi tamamlatmaya karar vererek, yarım asırdır kurtarıcısını bekleyen bu mübarek inşaatı tamamlatmak üzere, “Baş Mimar Hacı Mustafa Ağa’yı; Cami inşaatını tamamlamakla görevlendirdi. Böylece mübarek Mabed: (M.S. 1664 yılında) tamamlanıp mü’minlerin yüzlerini güldürmüş ve açılış gününde muhteşem Camiin her iki zarif minaresinden arşa yükselen mübarek Ezan’ın akisleri bütün çevresini âdeta bir nur parlaklığı ile kaplamış; Müezzinlerin yanık sesleri ise; hemen her duyanı hûşu içinde secdeye kapandırmıştı. 

Yeni-Camii’nin günümüz insanına hatırlattığı en romantik anılarından birisi ise: Basamaklarında randevulaşan izinli askerlerin buluşma anılarıdır. Durum aynen şudur: 1950’li yıllarda, izine çıkan erlerin çoğunluğu taşralı evlâtlarımızdı. Şöyle ki, haftalık veya aylık sıla izinine çıkan erler, arkadaşlarıyla randevulaştıklarında, Yeni Camii’nin dışında bulunan ve yarı kavis çizen taş basamaklar onlar için randevu durağı idi ve en enteresan yanı da birbirleriyle randevulaştıklarında: (6’ıncı veya 15’inci basamakta) buluşmak üzere randevu verilirdi. 

Seyyar yiyecek veya içecek satan esnaf ise bilhassa Pazar günleri izinli olan askerleri kollar, onlara yiyecek veya içecek satarak, kazanç sağlayan seyyar esnaf ve müsait bir yerde “İstanbul Hatırası” yazan büyükçe bir bez dekor önüne konmuş sandalye üzerinde oturup, bir veya iki yanında yer alan arkadaşları da dahil Seyyar Fotoğrafçıda resim çektirir, Memlekete yavuklularına veya analarına gönderirlerdi. Zira o tarihlerde İstanbul aziz milletimizin bir bütün olarak en değerli varlığı, iftihar menbağı idi. 

Evet, o tarihlerde İstanbul’a “Ulan İstanbul!” diyebilecek kadar duygusuz kimseler yoktu!... 

<Devam edecek>

Not: Yazıdan herhangi bir pasaj alınması halinde gazetemize müracaat edilmesi gerekmektedir.