“ASLINDA KAYBOLAN ASIRLARA DAYANAN BİR KÜLTÜRDÜ” 

<Son Bölüm> 

Evet! Aslında kaybolan, daha doğrusu kaybettirilen; “bir milletin asırlara dayanan kültür yapısıydı!..” ve de öyle olmuş, aynen uskuru kopmuş bir Gemi gibi sağa, sola savrulan bir millet yoklara doğru hızla kayarken; Cenab-ı Hakkın Mustafa Kemal gibi ender yetişen bir Lideri, mezkûr milletin başına geçirip, yeni bir yurt kurmasına öncü oldu. 

Millet iradesine dayanan yeni bir rejimin de kurucusu olarak hem başa geçti ve hem de Milletler camiasında hakkı olan şerefli yerini almasında da büyük çaba sarf etmişti. 

Ne var ki, koca bir milleti yok olmaktan kurtardıktan sonra da, ülkesinin bir an evvel ekonomik açıdan düzelebilmesi için; olsun siyasî ve olsun ekonomi sahalarında hızlı atılımlarla mücadele verirken, diğer taraftan sosyal açıdan da ilerlemeler sağlanabilmesini dikkate aldı. 

Henüz kurulmuş bir Cumhuriyet Ülkesi’nin hem de doğru düzgün bir bütçesi ve Ordusu olmayan bir körpe Devletin başına geçerek adeta harikalar meydana getiren Mustafa Kemal, öylesi şartlar altında önemli ülkelerin Krallarını, Devlet Başkanı ve Başbakanlarını ülkesine gelerek, kendisiyle görüşmelerini temin edebiliyordu. 

Kimdi bu Mustafa Kemal? Kim olacak başarılı bir Osmanlı Subayı, bir Osmanlı Paşa’sı ve Millet iradesine dayanan Cumhuriyet Devletimizin kurucusu, yüce milletimizin Lideri ve yegane rehberimiz. Görülüyor ki, Osmanlı Ordusu; mektepli askerin de en alâsını yetiştirebilmiştir!... 

Kaldı ki, İstiklâl Harbimizin en yetkili ve yerleri asla dolmaz Komutanlarımızın da cümlesi, birer Osmanlı Paşası idi: “Mareşal Fevzi Çakmak Paşa, Ali Fuat Cebesoy Paşa, Kâzım Karabekir Paşa, Refet Paşa, Rauf Orbay, vs.”

Demem odur ki; bazı ileri zekâlı kimselerin, devamlı şekilde Osmanlı’yı kötülemeleri ve böylece “Türk Milletini” atasız ve tarihsiz bir halk olduğunu ispata çalışmaları, beyhude bir uğraştan ileri gidememiş ve zaten gidemez de!

“İstanbul’un Kaybolan Semtleri” serlevhasıyla başladığım ve bugüne kadar sürdürebildiğim tefrikamı, bu sayıda noktalamış oluyorum. Zira onu bir kitap halinde değerli okuyucularıma, şayet nasipse sunmaya karar verdim ki, başlıca sebebi de şudur: Bu çalışmanın bilhassa gençlerimizin evlerinde bulundurabilme imkânı sağlayabilmek. Zira, bizim yarınlarımızı karşılayacak olan günümüzün nesilleri, bilhassa ata tarihini çok iyi de değil, çok doğru olarak bilmelidir ki, istikbale yanlışlarla değil, doğrularla hazırlanabilsin. 

Osmanlı’yı inkâr etmek, hiçe saymak. Kendi kendimizi yokluğa hazırlamak demektir ki, böyle bir durumun intihardan farkı kalmaz!.. 

Bu sayıya kadar sürdürdüğüm tefrikamın adı, bu gibi mevzular için biçilmiş kaftandır. Çünkü, kaybolan sadece semtler değil. Aynı zamanda, son derece zengin bir kültür de birlikte yoklara karıştırılıyordu. Meselâ; bilindiği gibi, Fetihten sonra Anadolu’dan, İstanbul’a getirilen göçmenler, ayrı, ayrı vilâyetlerden getirilen Selçuklu ve Osmanlı halkları olarak; Müslim ve Gayr-ı Müslim bir bütün teşkil eden halklar topluluğu idi. Bunlar, muhtelif kapu veya iç mevkilere yerleştirildiklerinde, hemen herkes kendi hemşerisini yanına almak istediğinden, kendiliğinden semt kolonileri meydana geldi ve böylece hemen her semtte, “Selçuklu ve Osmanlı kültürü” hemen her semtte varlık göstererek: “Örf ve Anane başta olmak üzere,” Türk kültürünün her yönü, mezkûr semtlerde, ayrı, ayrı yönleriyle varlık göstererek, Anadolu insanı hiç mi hiç farkına varmadan: Türk Kültürünü, dünlerden günümüze taşıdı. 

Görülüyor ki, İstimlâk veya başka bir sebeple onarım işlemine tabi tutulan herhangi bir semt, yeni bir çehre kazandırıldığı zaman, şayet tarihi dokusu ile kadim halkı tarafından meydana getirilmiş bulunan koloni nispet dahilinde muhafaza edilmez ise, malûm semtle birlikte, asırlara dayanan bir kültürün bir parçası koparılmış demektir. 

Dolayısıyla bilhassa istimlak hareketlerinde bu nüansı unutmamak gerekmektedir. Unutmayalım ki, İstanbul’un “1955-1957” büyük istimlâk hareketinde bu tarihi şehrin bir çok özelliği de birlikte kayıp gitmiştir. 

Meselâ, işgal zamanı sabahın erken saatlerinde baskınla, İngiliz İşgal askerleri tarafından süngülenerek öldürülen, şehit Zaptiyelerin trajik anılarını bağrında saklayan meşhur Şehzade-Başı Karakolu, istimlak esnasında yok olup gitmiştir. Bunun yanısıra: Hamamlar, Türbeler vs. daha bir çok tarihi değeri olan nesneler, ne yazık ki günümüzde mevcut değildir. 

Tarihi “Aksaray Meydanında” inşa edilen üst geçitle birlikte, tarihi “Valide Sultan Camii,” adeta görünmez hâle düşürülmüş, meydan ise tüm özelliğini yitirerek, bilhassa hava karardıktan sonra, normal bir aile veya Hanımın, değil gezmek, sadece geçmeyi dahi düşünemeyeceği bir hale düşürülmüştür.... 

Yani sizin anlayacağınız: meşhur “Aksaray-Pazarı”, Aksaray-“Tramvay Deposu”, “Ethem Pertev Eczahânesi”, vs. Daha nice kadim değeri kör kazmadan nasibini almıştır... Meselâ; Aksaray’ın meşhur Hamamı, Ay-Nur Sinema’sı, günümüzde değil hatırlayan, bir zamanlar var olduklarını bilenler dahi yoktur. Çünkü, hatıraları olsun yaşatılmamıştır!.. 

Hele, Lâleli’nin meşhur Francola Fırını, Muhallebicisi, Turşucusu, Patrona Halil Hamamı, meşhur Acem’in Çayhanesi, Koska-Helvacısı, Bâyezit girişi Süpürgeciler ve daha sonra “Marmara-Sineması” önünde yer alan, sokağın caddeye bakan tarafında ise semt sakinlerinin bilhassa tercih ettikleri meşhur “Foto-Saray”. Foto-Saray’ın önünden karşıya baktığınız zaman sizleri hayran bırakacak olan günümüzde maalesef mevcut olmayan meşhur Havuzlu Bâyezit Meydanı sizi adeta kucaklardı!.. 

FERDİ, AİLEVİ VE KİTLEVİ DAYANIŞMA

İSTANBUL HALKININ MAYASINDA MEVCUTTU

Kadim İstanbulluların çoğunluk teşkil ettiği yıllarda, halk dayanışması, günümüz insanına ibret teşkil edebilecek derecede bahse değerdi. Hem de öylesine bahse değerdi ki, (ULAN İSTANBUL!) diyebilen, “Allah belânı versin” kimseler. En azından (1940-1950) başlarını dikkate alacak olsalardı, bu yakışmayan tabirleri asla kullanmazlardı!.. 

Bir insan kendi atalarını bu derece hor görmesi, atalarının bahşettiği Cihanın incisi bir Beldeye karşı nasıl bu derece duyarsız olabiliyor, anlamıyorum, mantığım almıyor?!.. 

1940’ların, 1950’lerin, İstanbul’unun halkı, çoğunlukla esnaf tabakasından ibaret kimselerdi. İslâmi kesin daha ziyade memuriyet hayatını tercih etmekte, sabit bir geliri olsun da zararı yok az olsun düşüncesiyle hareket etmekteydi. 

Yaz günleri, Yazlık Sinemalar onların başlıca eğlence aracıydı, hele sahil semtlerindeki Yazlık Sinemalar, biçilmiş kaftandı. Denizden esen hafif meltem günün sıcaklığını kısmen olsun unutturmaktaydı. Mevzubahis Sinemalarda oynatılan filmler ise çoğunlukla yerli yapım, “sekiz mendillik” melodramlardı. Ancak, sur-içi ailelerin kadınları böyle filmlere adeta bayılırlar kendi dertlerini unutup, o uydurma melodramlara oturup ağlarlardı. 

Yazlık Sinema safhası en ucuz eğlence aracı olmasına rağmen, onu dahi tadamayan çok fakir aileler hemen her mahallede mevcuttu. Ancak aynı mahallenin diğer sakinleri onlara sahip çıkar, hep birlikte eğlenirlerdi ki, bu durum, maddi yardımlaşmalarda da aynı samimiyet devam etmekteydi. Hemen, hemen her semtte muhakkak ki, zengin olan da vardı. Ancak, semtin esnaf tabakası ile diğer fakir aileleri kıskandıracak aşırılıklardan kaçınır ve semtin Muhtarı aracılığı ile onlara gizliden yardım eder, gönüllerinin hoş olmasından da sevinç duyarlardı. Semtin Bakkalı, Manavı, Kasabı ve küçük Kırtasiyecisi hemen hepsi de semtlerindeki fakirlere ellerinden geldiğince yardımcı olmaya çalışırlardı. Hele semt Balıkçıları, balığın pek bol olduğu (1940)lı yıllarda, semtlerindeki fakirlere bol, bol balık yedirerek, çoğunu aç kalmaktan kurtarmışlardır. 

Değerli okuyucularım; “Kaybolan Semtler” konumun yerini aynı sütunumda yepyeni konularla tekrar nasipse sizlerle buluşabileceğiz. 

Şayet nasipse, yeni çalışmalarımla sizlerin değerli huzurlarına çıkabilmek dileğimle, cümlenize hayırlı sıhhatli bir hayat diliyorum efendim. Saygılarımla. 

Not: Yazıdan herhangi bir pasaj alınması halinde gazetemize müracaat edilmesi gerekmektedir.