Türk-İslam dünyasında ayrılık tohumları eken casusları dile getirdiğimiz yazımız aynı minvalde sohbetleri de beraberinde getirdi. Gazeteci Yazar İhsan Kayseri’nin ‘Hoca vasfıyla Konya’ya gelip Mevlana diyarında uzun süre vaaz eden bir ajanın nasıl ve nerede ortaya çıktığına dair anlattıkları’ son derece önemliydi. Bakın neler olmuş;
Leş kargalarının Osmanlı topraklarına göz diktiği yıllarda payitahttan Konya’ya ‘gezici bir derviş’ gelir. Hitabeti kadar İslami bilgisi de dikkat çekicidir. “İstanbullu hoca” adıyla nam salan derviş kısa zamanda Konya halkının gönlünü fetheder, evden eve, kürsüden kürsüye gezip vaaz eder, güya İslami tebliğde bulunur.
Halk İstanbullu hocayı o kadar sever, o kadar sahiplenir ki etrafında büyük bir kitle oluşur, bütün ihtiyaçları halk tarafından karşılanır. Fakat o kadar sahiplenmeye rağmen günün birinde İstanbullu hoca sırra kadem basar! Nereye ve neden gittiğini kimse bilmez!
**
O yıllarda İslam dünyasını alevler sarmaya başlamıştır. Üstelik Müslümanların kıblesi Kabe küffarın eline geçme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Anadolu’dan eli silah tutanlar akın akın cephelere sevk edilir. Kader bu ya; İstanbullu hocanın Konya’daki kadim ahbabına da Hicaz beldelerinde savaşmak nasip olur.
Fakat düşman çetindir! Esir düşen Türk askerlerini teftiş eden İngiliz subay Konyalının önüne geldiğinde duraksayıp dikkatlice baktıktan sonra; “Beni tanıdın mı?” diye sorar.  Adam dikkatlice bakıp başını öne eğdikten sonra; “Bilemedim” der kısık bir sesle. İngiliz komutan, galip olmanın mağruriyetine de bürünerek hatırlatır kendini;
“-Nasıl bilemezsin! Konya’da ben ‘İstanbullu hoca olarak’ bulunduğumda her hafta evinizde misafir eder, sofranıza oturturdunuz. Bana az mı hürmet edip ikramda bulundunuz? Dini sorularınızı sormak içine etrafımda toplanırdınız.” Konyalı başını kaldırıp;
“-Biz seni İslam âlimi olarak bildik. Onun için bu halinizle bilemedim” dedikten sonra İngiliz komutan son noktayı koyar;
“-Ben o yıllarda İngiliz casusuydum. İstanbullu hoca olarak aranıza girdim ve bu günlerin hazırlığını yaptım!”
**
İngiliz komutan, Konya’da aylarca evinde misafir olduğu adamın eline bir pusula yazıp verdikten sonra; “-Yaptığın iyiliklerin karşılığı olarak seni serbest bırakıyorum. Bu pusulayı kaybetme, yolda kontrol edildiğiniz yerde askerlere gösterin ve Konya’ya dönün” der. Adamcağız, yıllar önce İstanbullu hocaya yaptığı iyiliklere, verdiği hizmetlere sevinse mi, üzülse mi bilemeden yollara düşer. Konya’ya sağ salim döndüğünde de en acı hatıra olarak anlatır ‘İstanbullu hoca’ vakıasını. “Evimizi açtık, soframıza oturttuk, dinimizle ilgili sorular sorduk. Fakat ‘âlim’ bellediğimiz adam meğer İngiliz casusuymuş” der.
İhsan Kayseri’ye, “Kimdir bu Konyalı?” diye ısrarla sorsak da cevabını vermemekte kararlıydı. Sadece, “Bana bu hadiseyi anlatan torunu erken yaşta ağır bir hastalık geçirip vefat etti. İsimlerini söylemem olmaz” diyerek konuyu kapattı.
**
Yüzlerce yıldır casusluk faaliyetlerinden en çok başı ağrıyan, ocağı sönen biz Türklerin bu hususta dünyanın en bilinçli milleti olmamız gerekir. Hun sarayına hediye edilen Çinli gelinin yanında hizmetkâr görünümünde Türk topraklarına yerleşen casuslar nasıl bir devletin altına dinamit koymuşlarsa; oyun benzer senaryolarla devam edip gelmiştir. Değişmeyen gerçek şudur ki; casusların kendilerini kabul ettirecek, koruyacak bir maskeleri vardır. Kimi zaman tüccardır, ülkenin halkın ekonomisini canlı tutar. Kimi zaman iyilik meleğidir, yoksulu, fakiri, garip gurebayı korur, kollar. Kimi zaman da İhsan Kayseri’nin anlattığı gibi iyi bir din adamı kisvesinde olabiliyorlar. Kim bilir daha neler vardır neler!