Rıhtımda uçuşan eteğini toparlayarak ilerliyordu kadın. Kocaman bir vapuru ardında bırakarak tedirgince basmıştı ayaklarını yere. Buna rağmen onu karşılayacağını umduğu adamı aramayı da bırakmıyordu gözleri... Şimdilik ortalıklarda olmasa da "Birkaç dakika içinde gelir" diyerek denize karşı bir banka yerleşmeyi uygun gördü. Birden İstanbul'a takılmıştı gözleri alnından terlerin boncuklaşarak indiği kaşları arasından... İstanbul da bekliyordu işte tıpkı kendisi gibi... Üzerinde pazar gününün iliştirdiği bir kostümle arada bir yola bakıyordu kadın. Öyle ki; onun ipek böceğini andıran kaygan tenini kavrayıp, usulca bedenine bastıran adamın gelişini kaçırmak istemiyordu. O, tüm heybetiyle uzun kollarını iki yana savururken kadının yanına yaklaşacak ve kara gözlerinin eşliğinde beklettiği için özür dileyecekti... Yelkovanla akrep sessizce birbiri arkasında koştururken gözlerini bir süre için kısmayı denemişti şimdi. Etrafı dinleyerek kendini oyalarsa zamanın daha çabuk geçeceğini düşünüyordu belki de. Bir süre sonra boynuna astığı fotoğraf makinesiyle yalnızlığını belgelemek için haykıran bir fotoğrafçı geçmişti tam önünden... Ve daha sonra çiçekçi bir kadın elindeki sarı gülü uzatıyordu yalnızlığı onaylanmış İstanbul kadınına... Haleli gözleri arasından bir yaş zorlanarak çıkmak istemişti dolgun yanaklarının üstüne. Sabırlıca tuttu kendini. "Gelecek!" dedi içindeki sese."Beni her zaman burada karşılayıp elimden tutarak kendi dünyasına taşıyan adam mutlaka gelecek!" Yüzü taştan bir bibloyu andırıyordu adamın. Gözleri, burnu, ağzı yukarıdan aşağıya aynı boyutta akıyordu sanki. Yani böylesine bir uyum evlerin vitrinlerini süsleyen süs bebeklerde vardı sadece. Bir eşi de ondaydı. Adam eğer gelirse; kadın ona içinde var olan bir şeyden bahsetmeye çalışacak, sözlerini bitirdiğinde ise alnına konan bir tebrik kelebeğiyle ödüllendirilecekti. Oysa gelmedi adam... Bir daha da gelmeyecekti.. Karşılaşmaları tesadüfler dahilinde değildi artık. Kadının her sabah güneşin doğuşu diye kıpırdamadan izlediği şey, bir sokak lambasından ibaretti sadece. Bir süre sonra kadın, rüzgarın onu omuzlarından iteklemesiyle kendini Kadıköy iskelesinin bekleme salonunda buldu. Yığıntı halindeki vücudu -hamur misali- çoktan koltuğun şeklini almıştı bile. Boynunu aşağı indirip içindekine baktı kadın. İçindeki, varolamayacağı bir hayatın savaşı içindeydi. Sonra birden ince bir ses dikkatini çekti. Kalabalığın arasında kaybolmuş bir bedenin zorlukla çıkardığı, bir ses... Kafasını kaldırdığında; herkesin ortasında küçücük bedeniyle oturmuş, yardım için bağıran bir kedi ile gözgöze geldi. Kedinin gözlerinde ise; kendini gördü. Bir süre bakıştılar sessizce. İkimiz de ne kadar yardıma muhtaç, ne kadar tek başınayız diye düşündü. Kedi de kendisi gibi düşünüyor olabilir miydi? Yalnızlığın ortasın da,siyahlı beyazlı patilerini arada havaya kaldırarak insanlara bir şeyler anlatmaya çalışıyordu sanki. Tıpkı onunki gibi... Tam o anda denizi ortadan ikiye ayırarak iskeleye yanaşmaya çalışan vapuru gördü. Ayağa kalktı ve kendinden emin omuzlarını havaya dikti kadın. Kedinin gözlerine baktı tekrardan. O da kadınınkilere... Daha sonra "Güçlü ol!" dediler birbirlerine. Kadın, sürü halinde çıkış kapısına yönelenleri takip ederken arkasını dönüp geride ne bıraktığını görmek istedi. Karşısında hayali adamı bulunca ağzından kaçan kelimelere engel olamadı. "Senin pazarların, bensiz bundan sonra. Defne kokulu ellerin arasında olmayacağım artık" dedi kadın. Sonra bir kez daha düşünüp devam etti; "Aslında seninle her şey yerli yerinde olmalıydı. Hem orada kalmalıydın hem de burada anlıyor musun? Olmadı, üzülmeyelim. Sen yanında olmak istediğin kadına doğru yollamaya başla. Ben de seni başkalarında unutmaya çalışayım..." [email protected]