Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma ve büyükelçiliğini taşıma kararı, öncelikle kendisinin Beyaz Saray’da ikametini uzatmak maksadıyla Yahudi Lobisi’ne verilen rüşvet demektir. 1990’larda ABD’de bu yönde kararlar alındığı ve geçen sürede hemen her başkan adayı, seçildiği takdirde uygulama sözü verdiği halde önceki başkanlar buna cesaret edememişlerdir. Bu konuda ABD’nin kendi çıkarları yanında Ortadoğu’daki istikrara önem veren Yahudi lobisi mensuplarının da rasyonal yaklaşımları etkili olmuştur. Bununla beraber Siyonizmi temel kabul eden Yahudiler, bir an önce bu kararın uygulama alanına geçmesini beklemişlerdir. Bu bağlamda gerek Ortadoğu haritasının yeniden masaya yatırıldığı şartlar gerekse Trump’ın çıkmazları Siyonist cephe açısından bulunmaz fırsat olmuştur.

Günümüz Ortadoğu yangının sorumlusu olarak Yahudilik-Siyonizm tartışmasında ciddi karışıklıklar sözkonusu olduğu halde bu süreçte diğer sömürgeci güçlerin teşvik edici, çanak tutucu, kenarından köşesinden kendi çıkarları doğrultusunda yangına odun atıcı politikalarını unutmayalım. Yahudilik, birçok farklı mezhebi ve tarikatıyla önemli ölçüde tahrife uğramış bir din olduğu halde Siyonizm 19. Yüzyıl sonuna doğru şekillenen bir ideolojidir. Bunun temelinde Yahudilik inancındaki bazı ilkeleri siyasi hedefler doğrultusunda çarpıtma bulunup İsrail’deki Yahudilerin dahi önemli bir kısmı Siyonizme karşıdır. Bununla beraber Siyonizm, İsrail devletini kuran, bugüne getiren ve günümüzdeki politikalarını belirleyen temeldir.

Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması hedefinden hareket eden Siyonist önderler başta Kudüs olmak özere Kenan diyarında toprak edinmeye başlamışlardır. Kısmen parayla satın alırken bir adım sonra her türlü ahlaksızlık, baskı, terör, cinayet, katliam yollarına da başvurarak Müslüman halkın mülklerine el koymuş ve İsrail devletinin kuruluşunu ilan etmiştir. Kuruluşundan bir müddet sonra BM tarafından belirlenen sınırlar, İsrail’i sınırlamaktan çok tanıma fonksiyonunu yerine getirmiştir. Geçen süre zarfında baskı, terör, zulüm yoluyla topraklarını sürekli genişletmiştir. FKÖ’nün terör örgütü görüntüsüyle sunulması İsrail’in genişlemesinde önemlidir. 11 Eylül 2001’den günümüze “terörle mücadele”, her türlü emperyalist hedefe ulaşmada sihirli anahtar olmuş ve İsrail bu anahtarı en verimli kullanan ülkelerden biri haline gelmiştir. Yayılmacı politikaları, terörle mücadele olarak sunmada istihbarat yöntemleri, oryantalist faaliyetler ve genel olarak çarpıtma, yanıltma, terör örgütlerini yönlendirme teknikleri son derece önemlidir. Bütün bu süreçte Uluslararası Hukuk ve Kamu Diplomasisi ilkeleri ve yöntemlerini, ustaca geliştirip kullanmanın önemini vurgulayalım.

Giresun Üniversitesi ile ATAM’ın Aralık başında düzenlediği “Emperyalizm, Hegemonya ve İstihbarat Faalliyetleri” konulu II. Uluslararası Demokrasi Sempozyumu ertesinde Trump’ın Ortadoğu’yu karıştırma ve nihayet Kudüs kararının mahiyeti çok daha anlaşılır olmuştur. Açılış oturumunda, ezilmiş Müslüman kimliği üzerinden radikalleşen, dolayısıyla teröristleşen (en azından böyle gösterilen) bir Müslüman kitle oluşturma hedefleri yerine ulusal yurttaşlık olgusunun güçlendirilmesinin önemi dile getirilmiştir. Gerçekten de ekonomik ve askeri bakımdan zayıf olup siyasal ve toplumsal yönüyle dağınık, her an birbiriyle çatıştırılmaya hazır yığınlar yerine öncelikle zamanı ve zemini anlayan, çalışan ve üreten, attığı adımın önünü ve arkasını hesaplayabilen, bu anlamda düşmanlarının fuzuli piyonu olmayan vatandaşlar üzerinden yükselen güçlü yönetimlere ihtiyaç, her zamankinden fazladır.

Belirtmek gerekir ki Kudüs kararına karşı İslam ülkelerinin istisnalarla birlikte tek ses, tek yürek hareket edebilmesi, ortak karar alabilmesi son derece önemldir. Doğu Kudüs, Filistin’in başkenti ilan edilirken dolayısıyla Batı Kudüs’ün de İsrail’in başkenti olarak tanındığı tartışılabilir. Zaten yarım asra yakın bir süredir Kudüs, fiilen başkenttir.

Gerek Ortadoğu gerekse küresel ilişkilerde yaşananlar arasındaki derin bağlantıları görmek için İstihbarat-Arşiv-Oryantalizm-Propaganda ilişkilerini dikkatten uzak tutmamak gerekmektedir. Bu bağlamda Suriye’deki IŞİD-PYD geçişi, bir adım sonra bu teröristlerin ABD kontrolünde güvenlik teşkilatı haline getirilmesi, Katar Krizi ve Suudi operasyonları, Şii-Sünni çatışmalarındaki cephelerin takviye edilmesi, nihayet Türkiye’yi sadece güneyden değil Avrupa ve ABD cephelerinden baskı altına alma projeleri birbiriyle bağlantılıdır. Bölgedeki bütün operasyonların ve kumpasların merkezinde yer aldığı halde İsrail’in ve genel olarak Yahudi lobisinin ön planda bulunmaması, bir anlamda laf yerine iş yapması, dikkate alınması gereken bir taktiktir.

Bölgede iki devletli barış formülü İsrail’in (Siyonizmin) hiçbir zaman kabul edebileceği bir formül değildir. Belki zaman kazanmak, bir sonraki hedefin altyapısını oluşturmak üzere böyle bir taktik uygulanabilir. Ancak Siyonizm açısından Nil’den Fırat’a egemenlik, batılılar açısından bölgede çatışmaları sürekli kılarak bir şekilde kontrol stratejileri, böyle bir barışın sadece lafta kalacağını göstermektedir. Dolayısıyla Ortadoğu’daki çatışmalar ve terör faaliyetleri Siyonizmin can suyu durumundadır.

Ortadoğu’da “emperyalizm, hegemonya ve istihbarat” üçlüsünün merkezinde,  Müslümanlar arasındaki etnik veya mezhep savaşları kurgulamak bulunmaktadır. Belirtmek gerekir ki Müslümanların kahir ekseriyeti kendini bir mezhep mensubu olarak tanımlarken bunları yok saymak, Oryantalist bir proje olan İslam’da reforma bir bakıma davetiye çıkartmak demektir. Bu ise sadece yeni çatışma alanlarına yol açar. Her hangi bir ülke vatandaşı yanında Müslüman kimliğini benimseyenlerin alt kimlik olarak bir mezhep veya tarikatı sahiplenmelerini olduğu gibi kabul etmek, bu alt kimliklerin rahmet ve zenginlik sebebi olduğunu görmek gerekmektedir. Bu gerçeği her bir kesime öğretmek, dolayısıyla terör örgütlerinin tuzağından korumak da aydınlar, akademisyenler yanında yönetenlerin ve siyasilerin de görevidir.