İSLÂM'DA (REMZ) SİMGELER VE SAKAL-I ŞERİF!...

Abone Ol

 

Zaman zaman, kimi aklıevveller çıkıp da; "Bu Sakal'ın Peygamberimize ait olduğu ne mâlum? Hem sonra Paygamberimize ait olsa bile, Sakal'a hürmet, önünde eğilmek, Sakalın içinde bulunduğu kutuyu öpmeye çalışmak şirki tedâi etmez mi? gibi zevzekliklerine rağmen, mes'elenin yukarıdaki şekli bu güne kadar hiç bu kadar tartışılmamıştır. Günümüzdeki tartışmalar da zâten Sakal-ı Şerifin varlığı veya ziyâret şekli değildir.

 

Tartışma, Kültür Bakanı Atilla Koç'un sebebi ne olursa olsun, Peygamberimize ait bir Mübâret hâtırayı ayağına getirtmiş olmasıdır.

 

Bu tartışma gündemi değiştirecek bir başka gündem maddesi ortaya atılıncaya kadar devam edecek gibidir. Bütün vecheleriyle tartışılmış olmasından dolayı da biz bu tartışmaya hiç girmeyeceğiz. Ancak, İslâm'da Remz (simge veya sembol de diyebiliriz) yoktur "muhtelif remze (simge ve sembollere) hürmet etmenin müslümanları şirke götürdüğü" iddiasında olanlara katılmadığımızı, şirki bütünüyle reddedip, Tevhîde gerekli itinayı gösterdiğimizde bâzı sembol ve simgelere hürmet göstermenin ne zararı vardır?

 

Kâbe-i Muazzama bir Simge'dir:

 

"Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev(mabet)Mekke'deki Kâbe'dir." (Âl-i İmran 3/69)

 

Bu âyet-i Kerime'ye istinâden bâzı yorumcular, kâinatta yaratılan ilk yerin Kâbe'nin bulunduğu Mekke olduğunu söylemişlerse ede, daha kuvvetli yorum, yeryüzünde ibâdet kasdıyla yapılan ilk evin Mekke'de bulunan Kâbe olduğu şeklindedir.

 

İlk insan ve ilk peygamber Adem aleyhisselâm cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirildikten sonra Mekke yakınlarındaki Arafat Tepesinde Rahmet Dağında, tevbesi kabul olunduktan sonra buralarda yabancılık çekmeye, cenneti ve cennetteki nîmetleri özlemeye başlayınca, Cenab-ı Hakk, meleklere, göklerdeki meleklerin tesbih ve sürekli ibâdet mahalli olan Beyt'ül-Mâmûr benzeri ibâdet etmeye mahsus bir evin yeryüzünde de yapılması emri üzerine, Adem aleyhisselâm ve kıyâmete kadar O'nun neslinden gelecek müslümanlar için kıblegah ve ibâdet mahalli olarak melekler tarafından inşâ edilmiştir. Hazret-i Adem'le başlayan İslâm Tarihinde Cenab-ı Hakk, bütün peygamberlere ve onların hitap ettiği ümmetlerine namazı farz kılmıştır. Namazlar, kutsal Metinlerde bâzen rükû ve secde ile ifade edilmiştir. Rükû, Allah'ın huzurunda eğilmek, Secde, Allah'ın huzurunda yere kapanmaktır. İnsanlar, özellikle müslümanlar-namazla mükellef olanlar, zaman ve mekâna muhtaçtırlar. Allah'tan başka herşeyin zaman ve mekânla münasebeti vardır, fânî olanlar, bir zaman diliminde, yer ve gökte, her hangi bir mekânda yaşamışlardır. Zamandan ve Mekân'dan münezzeh olan yalnız, Allah-u Zülcelâl Hazretleridir. Cenab-ı Hakk, namazı emretmek suretiyle, kullarına kendi huzurunda eğilmeyi, yere kapanmayı emretmiştir. Allah mekândan münezzeh bulunduğuna göre, kullar Allah'ın huzurunda nerede eğilip(rükû), nerede yere kapanacak (secde) lardır? Allah, rızasını Mekke-i Mükerreme'de bulunan Kâbe-i Muazzama'ya bağlamıştır. Dünya'nın neresinde bulunursanız bulunun, yönünüzü Mekke'deki Kâbe'ye dönerek rükû'a varıp, secde'ye kapananlar, Allah'a rükû, Allah'a secde etmiş olurlar. Filhakîka, "Doğu da Allah'ındır Batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın zâtı oradadır. "Âyet'i Kerimesine göre Allah rızası için nereye dönülür, ibâdet edilirse, Allah'ın rızası kazanılabilinirdi. Ancak, Cenab-ı Hakk, ibâdette ve namazda da birliğin te'mini için rızasını bir noktada hasretmiştir, bu nokta Kâbe-i Muazzama'dır.

 

Namaz'ın Mi'râc Mûcizesinden sonra farz kılınmasıyla Peygamberimiz ve Sâhâbî'ler, Kudüs'e, Mescid-i Aksâ'ya müteveccihen namaz kılıyorlardı. Yâni, müslümanların kıblesi Mescid-i Aksâ idi. Bunu fırsat belleyen yahûdiler, "Kudüs, mahşer arâzîsidir, Mescid-i Aksâda geçmiş bütün peygamberlerin mescidir. Bu sebeple Kudüs Mekke'den daha mübârek ve daha faziletlidir." demeye başladılar. Yahûdîlerin bu husustaki yaygaraları Sevgili Paygamberimizi ziyâdesiyle üzüyordu.

 

Resîlüllah salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz Medine'ye hicret buyurduktan sonra müslümanlar galip rivâyete göre on altı on yedi ay kadar yine Kudüs'e dönerek namazlarını eda ettiler. Bu sefer de Medine'de bulunan yahûdîler şımardılar ve "Muhammed ve ashâbı kıblenin neresi olduğunu bilmiyorlardı, biz onlara yol gösterdik", gibi, laflar etmişler ve bunu etraf'a da yaymaya başlamışlardı. Yahûdilerin bu şımarıklıkları Peygamberimizi ve Ashâbını çok üzmüştü. Bunun üzerine Resûlüllâh, Allah'tan İslâm'a kendi kıblesinin verilmesini niyaz etti.

 

Cenab-ı Hakk, Peygamberimizin niyazını kabul etti ve..

 

"(Ey Muhammed!) Biz, senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. Seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olunuz, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i Kitap onun Rabblerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler.

 

Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir. (Bakara 2/144) Böylece müslümanların kıblegahı Kudüs'ten Kâbe-i Muazzama'nın bulunduğu Haram-i Şerife çevrilmiştir.

 

Artık, kıyâmete kadar müslümanların kıblesi Kâbe-i Muazzamadır, dolaysiyle Kâbe bir simgedir.

 

Cenab-ı Hakk, mekândan münezzeh olduğu için rızasını buraya bağlamıştır. Kâbe'ye dönerek namaz kılanlar, rükû ve secde'ye varanlar, esas itibâriyle Allah'ın huzurunda eğilip Allah'ın huzurunda secdeye varıyorlar.

 

Bir kimse, "Ben Kâbe'nin taşına toprağına, binasına secde ediyorum, dese" şirke düşmüş olur.

 

Ancak, Şark'da, Garp'da, Cenûp'da dünya'nın bütün kıt'alarına yayılmış bulunan milyarlarca müslüman günde en az Beş kere, Cum'a ve bayramlarda çok büyük kalabalıklar halinde, Kâbe'ye müteveccihen namaz'a dururlar, fakat içlerinden hiç bir ferdin aklından "ben Kâbe'nin taşına toprağına mı secde ediyorum." şeklinde sapık bir düşünce geçmez. Her müslüman nereye dönerse dönsün, Allah'a rükû ve secde ettiğinin şuurundadır. Müslümanlar bu şuurda oldukları için, simge'ye atfedilen kudsiyet, aslâ tevhid akidemizi zedelememektedir...

 

(Devamı yarın.)