‘İslâmiyet’te Reform Olamaz. Tecdid Olabilir. Tecdid, Reform Değildir!’ 

İslâm Târihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. ADNAN DEMİRCAN Eski bir Tartışmaya Açıklık getiriyor.

Oğuz Çetinoğlu: Tecdid’ kelimesinin lûgat ve ıstılahtaki mânâlarının açıklanmasıyla röportajımıza başlayabilir miyiz?

Prof. Dr. Adnan Demircan:Tecdid’ kelimesi lûgatlerde:  ‘yenileme, yenilenme, tâzelenme ve yenilemek’ olarak açıklanıyor.  İslâmî ıstılahta ise; ‘Müslümanların, günün şartları gereği karşı karşıya kaldıkları yeni problemleri çözmek üzere, dinin sâbitelerinde değil, yoruma açık hükümlerinin yeniden yorumlanıp yeni çözümler bulmak’ demektir.   

Çetinoğlu: Tecdid, hangi zamanların meselesidir?

Prof. Demircan:Dinde tecdid [yenileme] ve güncelleme konusu son günlerde gündeme gelmiş gibi gözükse de târihî kökenleri olan bir meseledir. Dinin temel kaynaklarını korumak kaydıyla tecdid, İslâm târihinin erken dönemlerinden itibâren karşılaşılan bir yaklaşımdır.

Tecdid düşüncesi, Müslümanların karşı karşıya kaldıkları problemleri çözmek üzere çıkış yolları aramaları sonucunda gelişmiştir. Târihte örneklerini gördüğümüz tecdid düşüncesinin dışında kalan görüşler ise Müslümanların ilgisine ve kabulüne mazhar olamamıştır.

Çetinoğlu: Neden?

Prof. Demircan: Zira dinin sâbitelerinin değiştirilmesi veya yenilenmesi, dinde tecdid ve güncelleme değil, bir sapmadır. O halde tecdid, dinin sâbitelerinde değil, onların yorumlanmasında olur. Buna ihtiyaç duyulmasının temel sebebi, şartların değişmesiyle yorumların günceli yakalayamaması ve hayatın gerisine düşmesidir. Bu durumda yorumların gözden geçirilmesi ve yeniden ele alınması kaçınılmaz olur. Tecdidin bir boyutu da târihî tecrübemizden ve İslâm öncesi geleneklerimizden gelen yanlışların temel kaynaklara göre tashihidir.

Tecdid öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’e ve sünnete aykırılık taşımamalıdır. Yeni bir durum veya mesele karşısında Kur’ân ve sünnetin ruhuna uygun bir çözüm üretme çabası târih boyunca olmuştur. Bunun güçlü olduğu dönemlerde Müslümanlar sorunlarının üstesinden daha çabuk gelmişler; zayıf olduğu dönemlerdeyse sonuca gitmekte zorlanmışlardır. Müslümanların karşılaştıkları problemlerin çözümü hayatî öneme sâhiptir. Hz. Peygamber’in hayatta olduğu dönemde bir mesele ile karşılaşıldığında öncelikle vahiy beklenirdi. Vahiy meseleyi çözmüşse onu yerine getirmek Müslümanların göreviydi. Vahyin, çözümü Müslümanlara bıraktığı durumlarda ise Hz. Peygamber’in uygulaması Müslümanlar açısından uyulması gereken bir çıkış yolu olmuştur. Ancak Allah Elçisinin bulunmadığı ve kendisine mürâcaat edilemediği durumlarda orada bulunan Müslümanlar karşılaştıkları problemleri çözmede inisiyatif üstlenmişlerdir.

Hz. Peygamber’in Yemene kadı ve zekât memuru olarak gönderdiği Muâz bin Cebel (ö. h.17, m. 638) ile arasında geçen diyalog Müslümanların O’nun zamanında problem çözmede inisiyatif üstlendiklerini gösteren örneklerden biridir. Hz. Peygamber ile Muâz bin Cebel arasında şöyle bir konuşma geçer:

-Sana bir da'vâ getirilince, insanlar arasında hüküm verirken ne ile hüküm vereceksin?

-Allahın kitabıyla hüküm veririm.

-Ya O'nda açıkça hüküm bulamazsan?

-Resûlullahın sünneti ile hüküm veririm.

-Ya onda da bulamazsan?

-İctihâd ederek, anladığımla hükmederim. 

Peygamber efendimiz, Mu'âz bin Cebel'in bu cevabından dolayı çok memnun kalarak mübârek elini O'nun göğsüne koyup buyurdu ki:

- Resûlü’nün elçisine Resûlullah’ı hoşnut edecek cevaplar verdiren Allah’a hamd olsun. (Ebû Dâvûd, ‘Akdiye”, 11 [hadis Nu: 3592]).

Çetinoğlu: Tecdid çalışmalarından bahseder misiniz?

Prof. Demircan: Hz. Peygamberin yaşadığı dönemde ve onu tâkip eden yıllarda Kuran ve sünnet hakkında farklı yorumlar yapılmamıştır. Henüz bilgi tâze olduğu ve nüzul sürecine şâhit olanlar hayatta olduğu için fazla bir ihtilaf bulunmadığı gibi farklı kaynak ve kültürlerden beslenen görüşler de yaygınlaşmamıştı. Ancak zaman geçtikçe tâli derecedeki kaynaklar olarak zikredebileceğimiz insanların bilgi birikimi, örf ve âdetleri etkili olmaya başladı. Böylece dinî düşüncede farklı görüşler şekillendi. Ancak bu yeni görüşler, Kur’an ve sünnete aykırı olduğunda meşruiyet problemi yaşandı. Zira tecdid, dinî düşüncenin kendi dinamikleriyle kendisini yenilemesi hâlinde meşru kabul ediliyordu. İslâm medeniyetinde Müslümanların karşı karşıya kaldıkları meseleleri veya dinî alandaki yanlışlıkları düzeltme ve yenileme düşüncesine ilk dönemlerden itibâren şüpheyle bakan ve reddeden bir damarın mevcut olduğu da inkâr edilemez. Esasen hem yenileme, hem de yenilemeye karşı olmak iki farklı yöntem olarak İslâmî kaynakların yorumuyla ilgili yaklaşımlardır. 

Çetinoğlu: Ne sebeple?

Prof. Demircan:İki yaklaşım da dini koruma refleksiyle hareket eder. Aslında geleneği olduğu gibi koruma düşüncesine sâhip olanlar da zamana bağlı değişimi tamamen reddetmezler. Nitekim zamanın değişmesiyle ahkâmın değiştiği ilke olarak kabul edilir.

Çetinoğlu: Tecdid ile içtihat arasındaki farkı okuyucularımız için açıklar mısınız?

Prof. Demircan:Temel tartışma konularından biri, tecdid taraftarlarıyla karşıtlarının bazı hadis-i şeriflerin veya rivâyetlerin kabulüyle ilgili yaklaşımlarıdır. Bu durumda rivâyetlerin değeri etrafında da tartışmalar ortaya çıkar. Diğer taraftan dinî metinlerin yorumunda da farklı yaklaşımlarla karşılaşırız. Müslümanlar, problemlerin çözümü olarak içtihadı asırlarca kullanmışlardır. Son birkaç asırdır içtihat kurumunun sağlıklı bir şekilde kullanılamamasının, meselelerin içinden çıkılamaz krizlere dönüşmesine sebep olduğunu müşâhede ediyoruz. Tecdid ve güncellemenin hayatî boyutu, içtihat kurumunun işleviyle alâkalıdır. Zira İslâm hayatı yönlendiren ve şekillendiren bir dindir. İslâm, insanın hayatta karşılaştığı meselelere cevap verememeye başladığında, fonksiyonunu yerine getiremez.

İçtihat, daha çok fıkhî konularda, Kur’ân ve sünnette çözüm bulanamadığı durumlarda Müslümanların karşılaştıkları problemlere ilişkin çözümlerini ifâde eden bir kavramdır. Ancak içtihatla tecdid arasındaki bir farka da işâret etmek gerekir. İçtihat, hayatın akışı içinde karşılaşılan rutin meseleleri çözmeye mâtuf bir faaliyet iken, tecdid bakış açısından ve yorumlama yönteminden kaynaklanan daha büyük meselelere ilişkin çözümleri ifâde eder. Târihte tecdid kavramından başka ihya, ıslah ve ibda [yeni bir şey ortaya koyma] gibi kavramlar da kullanılagelmiştir. Bu kavramların işâret ettiği mânâlar arasında bâzı farklar varsa da temelde dinin hayatla buluşturulması, hayatın dışında kalmaması gayesine uygun olarak kullanılırlar. Esâsen Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği din, geçmişteki sapmaları ıslah ederek ihya ve tecdidi gerçekleştiren son mesajdır. 

Çetinoğlu: İslâm târihinin erken döneminde tecdid olarak isimlendirilebilecek örnekler var mı?

Prof. Demircan: Olduğunu görüyoruz. Meselâ Hz. Ömer (ra), halifeliği döneminde çevre devletlerin hâkim oldukları topraklarda fetihler gerçekleştirilince karşılaşılan meseleleri çözmek üzere yeni kararlar alınmıştır. Nitekim Halife fıkhî konularda yeni görüşler belirttiği gibi yeni icraat ve kararlarıyla da Müslümanların problemlerini çözmek üzere birçok adım atmıştır. Meselâ Hz. Peygamber’in yaşadığı bölgede bulunmayan ürünlerden nasıl zekât alınacağı hususunda Hz. Peygamber’in uygulamalarını da dikkate alarak tâlimatlar vermiştir. Bununla birlikte tecdid düşüncesinin ilk örnekleri Hz. Peygamber’in yetiştirdiği sahabilerin uygulamalarında görülmekle birlikte literatürde bu dönem için tecdid ifâdesi kullanılmaz. Hz. Peygamber ve tâkip eden dört halife döneminden sonra Müslümanlar, hâkim oldukları bölgelerde yeni kültürlerle tanışmışlardı. Abbâsîler döneminde yoğunlaşan tercüme hareketiyle birlikte de farklı düşüncelerle karşılaştılar. Müslümanlar arasındaki siyasî mücâdelelerin dinî düşüncede bıraktığı izler yeni görüş ve anlayışların İslâm dünyasına girmesine sebep olmuştur. Fikir ayrılıklarına sebep olan başlıca konular, ‘kader’ ve ‘büyük günah’ meselesidir. Bunların da etkisiyle erken dönemden itibâren gündeme gelen itikadî tartışmalar etrafında mezheple alakalı oluşumlar ortaya çıkmıştır. ‘Allah’ı yaratıklara veya yaratıkları Allah’a benzetme sonucunu doğuran inanç’ olarak ifâde ettiğimiz Müşebbihe, ‘Allah’ı cisim olarak düşünme veya O’na cismânî özellikler nispet etme’ anlamındaki Mücessime, ‘sorumluluk doğuran eylemlerin sâdece insan irâdesiyle gerçekleştiğini’ ileri süren Kaderiyye görüşleri, iç dinamiklerin yanı sıra diğer kültürlerle ilişkilerden de beslenen bakış açılarıdır.

Çetinoğlu: Tecdid ile reform arasındaki farkı da lütfeder misiniz?

Prof. Demircan: İslâm dünyasındaki tecdid kavramı, reform kavramından farklı anlama sâhiptir. Zira reform, Batı medeniyetinin dinamikleri çerçevesinde ortaya çıkan bir kavramdır. Reformda temel metinlere ve sâbitelere yönelik sorgulama, tavır alış ve tepki söz konusuyken, tecdidte daha çok temel kaynakların hayatla buluşturulması maksadıyla yorumlanması hedeflenir. Tecdid kavramı İslâm târihinin ilk dönemlerinden itibâren bilinmektedir. Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamberin (sas) şöyle buyurduğu nakledilir: ‘Allah her yüzyılın başında bu ümmet için dinini yenileyecek birini gönderir.’ (Ebu Dâvûd, “Melahim”, 1 [hadis no: 4291]). 

Çetinoğlu: Hadisin açıklamasını yapmanız mümkün mü?

Prof. Demircan: Hz. Peygamberin hadisinde geçen yenilemenin ne anlama geldiği hususunda âlimler tarafından farklı yorumlar yapılmıştır. Bu hadisin yorumundan yola çıkarak târihte birçok kişinin müceddid olduğu ifâde edilmiştir.

Çetinoğlu: Müceddid’ olarak kimlerin ismi verilebilir?

Prof. Demircan:İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe, (ö. h.150; m.767) problem çözme hususunda ortaya koyduğu yöntem ve fikirleriyle, geleneği reddetmeden yaptığı açıklamalarla önemli katkılar sunmuştur. İmam Malik’in de (ö. h.179; m.795) kendi döneminde karşılaşılan meseleleri çözme hususunda içtihatlarıyla etkili olduğunu biliyoruz. Emevîlerin son dönemleriyle Abbasîler döneminin ilk asırlarında, özellikle hicrî 2. ve 3. asırlarda yetişen birçok âlim sorunları çözme hususunda önemli katkılarda bulunmuşlardır. İslâm târihinde karşılaşılan meselelere cevap bulmaya çalışan etkili şahsiyetlerden biri de İbnTeymiyye’dir. (ö. h.728; m.1328)Ehl-i hadis düşüncesine getirdiği açılımlarla önemli bir yere sâhiptir. Fikirleri öğrencileri tarafından geliştirilmiştir. Tecdid konusunda zikredilmesi gereken isimlerden biri de Endülüslü âlim Şâtıbî’dir. (ö. h.790; m.1388) Dinî kaynakların maksatlarına göre yorumlanması yöntemiyle tecdid düşüncesine önemli katkıda bulunmuştur. Ondan birkaç asır sonra yaşayan Hindistanlı âlim Şah Veliyullah Dihlevî (ö. h.1176; m. 1762) döneminin ıslahatçılarından biri olarak etkili olmuştur. İslâm dünyasına yönelik Batı’dan yoğun saldırıların olduğu bir dönemde dinî düşüncenin yeniden hâkim kılınması için çaba harcayan Cemaleddin Afganî (1838-1897) ve tâkipçileri, son asırlarda İslâm düşüncesini etkileyen önemli isimlerdir. Afganî, Müslümanların yaşadıkları krizden çıkabilmeleri için Kur’an ve sünnete dönülmesi, hurâfelerden uzaklaşılması gerektiğini savunur. İslâm dünyasında dönemin şartlarına göre içtihat yapılmasının mecburî olduğunu, esasında geçmişte yaşayan âlimlerin de bu görevi yerine getirdiğini söyleyen Afganî’nin görüşleri bâzı kişiler tarafından ilgiyle karşılanırken, bâzılarının tepkisine yol açmıştır. Öğrencilerinden Abduh (1849-1905) da önemli bir isimdir. Ancak Afganî aksiyoner bir kişiyken Abduh ve Reşid Rızanın (1865-1935) çalışmaları daha çok teorik alana kaymıştır.

Çetinoğlu: Osmanlı döneminde Afganî’nin, zararlı fikirleri sebebiyle yurt dışına sürüldüğü, tecdidden çok reform taraftarı ve İslâmî bilgilerinin yetersiz olduğu, Mısırda Mason locasını kurduğu, fikirlerinin ehl-i sünnet âlimleri tarafından çürütüldüğü iddiaları var. Nasıl olduysa, ömrünün son yıllarında tekrar İstanbul’a geldiği ve mezarının bir Amerikalı tarafından yaptırıldığı bilgileri de veriliyor. Bu iddiaları ve bilgileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Prof. Demircan: Afganî, günümüzde sevilen bir ifâdeyle söylemek gerekirse aktivist bir insan… İslâm dünyasında bâzı şeylerin değiştirilmesi hususunda bizzat görev almak isteyen biri olduğu için de her tarafa girip çıkmaya çalışıyor. Ayrıca İstanbul’a geldiğinde saray çevrelerinden ilgi görmesi de birçok kişiyi rahatsız ediyor. Zaman zaman eleştiri konusu olabilecek söylem ve polemiklerin içinde buluyor kendisini… Kuşkusuz böyle adamların sevenlerinin yanında çok sevmeyeni de olur. O’nun hakkında söylenenleri bu pencereden değerlendirmek lâzım. Masonluk meselesi de hedef tahtasına oturtulması boyutuyla ele alınmalı… Takdir edersiniz ki O’nun mason olduğunu söyleyenler, bunu dillendirmek suretiyle iyi niyetlerle bir cemiyete üye olduğunu anlatmak için söylemiyorlar, bu yönde kurulan eleştiri cümlelerinin amacı onun İngilizlerin ve Siyonistlerin adamı olduğunu ihsas ettirmeye çalışıyorlar. Ancak O’nun yaptıklarına bakmak lâzım. Yaptıkları; Batılıların, İngilizlerin ve Siyonistlerin yararına mı, zararına mı? İslâm dünyasının hangi iyi durumunu kötüye çevirmiş? Dönemin tartışmalarından uzak insanlar olarak bugün O’na yönelik eleştirilerin o dönemde siyasî bir karşılığının olduğunu görebiliyoruz.  Bununla birlikte hayatıyla ilgili polemik konusu olan tartışmalı noktalar var. Kökeninden mezhebine, eğitiminden, dünyanın önemli birçok ülkesindeki faaliyetlerine kadar tartışılmış ve onunla ilgili spekülasyonlar yapılmış. Polemik konusu faaliyetlerinden biri bir mason locasına girmesi, oradan ihraç edilmesi üzerine bu sefer de kendisinin bir loca kurmasıdır. Masonlukla ilişkisinin o dönemde masonluğun hedefleriyle ilgili olumsuz bir kanaatinin olmaması gösterilebilir. Haddizatında kötü niyetler taşısa ve masonluğun olumsuz bir anlayışa hizmet ettiği hususunda bir kanaati olsa en azından kendisini gizlemek için masonlar locasına girmezdi.  Nitekim Mısır’da bu faaliyetleri yürütürken hem Hidiv Tevfik Paşa, hem de İngilizler kendisinden rahatsız oldular. Nitekim İngilizlerin telkiniyle ülkeden çıkarıldı. Daha sonra Hindistan, İngiltere, Paris, İran gibi ülkelere giderek buralarda faaliyetlerine devam etti. Ancak çoğunlukla yöneticilerle ihtilafa düştü. Zira halkın yönetime katılmasını savunuyordu. İslâm dünyasında Batı’nın emperyalist faaliyetlerine karşı millî uyanışın harekete geçirilmesi, Müslümanların yöneticilerinin seçiminde söz sâhibi olabilmelerini, Müslümanlar arasında dayanışma ve birliğin sağlanması hususundaki faaliyetleri başta İngilizler olmak üzere birçok ülkeyi ve yöneticiyi rahatsız etmiştir. 1897’de vefatından epey sonra 1926’da Maçka’da Şeyhler Mezarlığı’ndaki mezarı bir Amerikalı tarafından yaptırıldı. Ancak 1944 yılında Afgan hükümetinin isteği üzerine kemikleri Afganistan’a nakledildi. Charles Cron adındaki bu şahıs hakkında pek bilgi yok. Esrarengiz bir adam… Mezarı neden yaptırdığı konusunda bir bilgim yok. Açıklayıcı bilgi bulunabilir mi bilmiyorum, ancak ilgi çekici bir araştırma konusu…

Çetinoğlu: Teşekkür ederim. Tecdidin lüzumuna işâret eden başka isimler de olmalı…

Prof. Demircan: Islahat ve tecdid fikri farklı ülkelerde değişik isimler tarafından ileriye taşınmaya çalışılmıştır. Suriyeli Hüseyin el-Cisr (1845-1909), Hindistanlı Muhammed İkbâl (1877-1938), Cezayirli Abdülhamid bin Bâdîs (1889-1940), Lübnanlı Emir Şekib Arslan (1869-1946), Suriyeli Abdulkadir el-Mağribî (1867-1956), Hindistanlı Ebû’l-Kelâm Azad (1888-1958) bu isimlerdendir.

Çetinoğlu: Günümüzdeki tecdid çalışmaları hakkında da bilgi lûtfeder misiniz?

Prof. Demircan: Günümüzde de tecdid ve ıslah düşüncesi üzerinde çalışan birçok âlim ve düşünür bulunuyor. Ancak çalışmalarının İslâm dünyasında büyük bir harekete dönüştüğünü söylemek zor.

Daha önce de ifade etmiştim; İslâm târihinde temel kaynaklara dayalı olmayan veya aykırılık ihtiva eden fikir ve yaklaşımlar tecdid olarak değerlendirilmemiş, bir tür sapma olarak görülmüştür. Nitekim ilk dönemlerden itibâren bu boyutuyla eleştirilen görüşler ileri sürenlerin varlığından haberdarız. Modern dönemde de İslâm medeniyetinin mâruz kaldığı saldırılardan ve krizden İslâm’ın kendi dinamiklerini sorumlu gören ve Batının değerlerini çözüm olarak teklif eden yaklaşımlara sâhip aydınlar bulunuyor. Bu görüşler tecdidten ziyâde reform önerisi olarak addedilebilir. Ancak bunların İslâm dünyasında etkili bir karşılığının olmadığı da bir gerçek.

Çetinoğlu: Lûtfettiğiniz bilgilerin hâfızalarda yer edebilmesi için ‘hâtime’ kabilinden bir değerlendirme ile röportajımızı bitirebilir miyiz Hocam?

Prof. Demircan:İslâm medeniyetinin temel kaynaklarını dikkate almayan, sâbiteleri ve değişkenleri ayırt etmeyen yaklaşımların meşruiyetinin tartışılması kaçınılmazdır.

Yüce Allah’ın mesajını doğru anlama yükümlülüğü, belirli bir döneme hapsedilemeyecek kadar önemlidir. Bu sebeple Müslümanlar, Allah’ın kendilerinden istediklerini yaşadıkları şartlara göre anlamakla, yorumlamakla ve hayatlarında önemli değerlere ve kurumlara dönüştürmekle mükelleftirler.

Tecdidin bir boyutu da târihî tecrübemizden ve İslâm öncesi geleneklerimizden gelen yanlışların temel kaynaklara göre tashihidir.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim Efendim. 


Prof. Dr. ADNAN DEMİRCAN:

1964 yılında Mardin’in Ömerli ilçesinde doğdu. 1987’de Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yıl Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde İslâm Târihi ve Uygarlığı Bilim Dalında Yüksek Lisansa başladı. 1989 yılında Yüksek Lisansı, 1994 yılında aynı Enstitüde Doktorayı tamamladı.

Ocak 1992’de Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ne İslâm Târihi Araştırma Görevlisi, 1994 yılında Yardımcı Doçent olarak tâyin edildi. Ekim 1996’da Doçent, Şubat 2003’te Profesör oldu. 1994 yılından 2011 yılının ortalarına kadar İslâm Târihi ve Sanatları Bölüm Başkanlığı görevini yürüttü. Aralık 2012’den beri İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde çalışmaktadır.

Çalışmalarını İslâm Târihinin ilk dönem siyasî târihi, özellikle de muhalif gruplar üzerine yoğunlaştıran Demircan’ın yayımlanmış birçok kitabı, müşterek çalışmalarda bölüm yazarlığı ve makalesi bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli çeviri ve telif projelerinde editörlük yapmaktadır.

Yayımlanmış Kitapları:

1. Hz. Ali’nin Hilâfet Hakkı Meselesinde Gadîr-i Hum Olayı, 2. Haricîlerin Siyasî Faaliyetleri, 3. İslâm Tarihi’nin İlk Asrında İktidar Mücâdelesi, 4. İslâm Tarihi’nin İlk Döneminde Arap-Mevali İlişkisi, 5. Nebevî Direniş Hicret, 6. Haricîlik Mezhebinin Doğuşu Bağlamında Din-Siyaset İlişkisi, 7. Ali-Muâviye Kavgası, 8. Hz. Ali Dönemi ve Ehl-i Beyt, 9. Cahiliyeden İslâm’a Kadın ve Aile, 10. Kabile Topluluklarından Akide Toplumuna, 11. Kerbela: Keder ve Belâ, 12. Tarihin Akışını Değiştiren Son Peygamber, 13. Râşid Halifeler, 14. Cahiliye Arapları, 15. Fitne: Kardeşlerin Savaşı, 16. İslâm Tarihi’nin İlk Döneminde Önderler ve İhtilaflar, 17. Emevîler, 18. Allah’ın Elçisi ve Mesajı, 19. Cumhuriyet Dönemi (1923-2014) İslâm Tarihi ve Medeniyeti Bibliyografyası, 20. Türkiye’nin İlahiyat Sorunu, 21. Çağdaş İslâmî Hareketler ve Şiddet Sorunu, 22. İslâm Tarihinin İlk Döneminde Birlikte Yaşama Tecrübesi, 23. Abbasîlerin Sonuna Kadar İslâm Târihi Literatürü, 24. Urfa-Mardin Hattı: Memleketime Dair, 25. Tarih ve Tarihçi, 26. Müslümanların Uzun Yürüyüşü, 27. Hz. Peygamber Döneminde Münafıklar, 28. Allah Elçisi’nin (s) Ailesi ve Aile Hayatı, 29. Elçi’nin (s) Çevresindeki İnsanlar, 30. Siyer, 31. Nehcü’l-Belâğa [çeviri], 32. Bedevi, 33. Tarihin ve Dinin İstismarı.