Yeni Zelanda’da camiye yönelik terör saldırısının teo-politiği ve arka planda yatan nedenler stratejiler üzerine Prof. Dr. Özcan Hıdır ile konuştuk..

Batı’da İslam karşıtı saldırılan son yıllarda en bariz şeklini camilere ve cami cemaatine yönelik olarak görüyoruz. Bu son katliamı münferit bir olay gibi değerlendirmeli miyiz yoksa arkasında daha stratejik bir akıl mı var, genel itibariyle siz saldırıyı nasıl okuyorsunuz hocam?

Yeni Zelanda’da camiye yapılan ve 50 Müslümanın şehit edilmesiyle sonuçlanan terör saldırısı, pek çok açıdan üzerinde durulmayı hak ediyor. Planlanış biçimi, ayrıntıların hesap edilmesi, “Büyük Yer Değişimi” başlıklı manifestosunda ve silahının üzerine yerleştirdiği usta tarihçilere bile taş çıkaracak derecede detaylara hâkimiyetle İslâm-Türk(ler-Türkiye) karşıtı tarihi figürlere atıfları, günümüzdeki ırkçı-İslâm karşıtı söylem-eylem, sembol ve figürlerle birleştiren yönleriyle eylem, pek çok açıdan etraflı analizi hak ediyor.

Terör saldırısı her şeyden önce “fobi”nin karşıtlığa, karşıtlığın düşmanlığa ve düşmanlığın da artık ideolojik ve yerleşik hal olarak “ırkçı-beyaz ırkçı” teröre dönüşmesini gösteren ve “ırkçı-İslâm karşıtı cinnet” halinin en son örneklerinden biridir. 

Bütün bu yönleriyle terör eylemi, kelimenin tam manasıyla, İslam ve Müslümanlara yönelik saldırılarda bir “milat” ve “paradigma değişimi”ni ifade ediyor. Zira saldırı Müslümanlara-camilere yönelik Batı’da-gayr-i Müslim ülkelerde bugüne kadarki terör saldırılarının en büyüğü ve yapılış tarzı bakımından en dehşet vericisi. 

Dolayısıyla burada istihbarat örgütlerinin de içinde olduğu etkileri uzun sürdürülecek kolektif bir çalışmanın olduğu söylenebilir. Bununla beraber henüz olayın arkasındaki, stratejik-üst aklın, büyük resmin neliği-niteliğine dair yeterli donelere sahip değiliz. Bu tür büyük çaplı saldırılarda genelde olduğu gibi, belki de hiçbir zaman bu stratejik akla dair net bir bilgiye sahip olamayacağız. Ancak bu detaylardan hareketle şurası muhakkak ki, terör eyleminin canisi bireysel bir sapık-cani, bir teröristten çok daha ötesimi ifade ediyor. 

Hal böyle olmakla beraber ana akım Batı medyası ile Trump, Katolikler (Papa) ve Protestanların üst çatı kuruluşlarının olayı “terör” olarak nitelememiş olmalarının da çifte standartlı tutum olarak oldukça manidar olduğu ifade edilmelidir. 

Son yıllarda Kanada, İngiltere vb. ülkelerde de ölümle sonuçlanan cami saldırıları olmuştu, Yeni Zelanda’dakinin bunlardan farkı var mı?

Cami saldırıları son yıllarda Batı’da veya gayr-i Müslim ülkelerdeki ırkçı-İslâm karşıtı terör saldırılarının en belirgin örneklerinden biri. Önemli Batı-Avrupa şehirlerinde güzel mimari örneklerini görmeye başladığımız camiler, bir yandan Avrupa’da İslâm Dini’ni ve Müslümanları sembolize eden en müşahhas yapılar olarak İslâm’a ilgi duyanların ilk ziyaret yerlerinden biri iken, diğer yandan da ırkçı-İslâm karşıtı terör saldırılarında da genellikle ilk hedef seçiliyor. Demem o ki, Batı’da irili ufaklı bu tür cami saldırıları hep oluyor. 

Ancak son 2-3 yıl içinde Kanada, İngiltere ve en nihayet Yeni Zelanda’da meydana gelen ve pek çok Müslümanın şehit edilmesiyle neticelenen cami saldırıları diğerleri ile kıyaslandığında oldukça farklı. 

Hatırlanacağı üzere, 2017 yılı başında Kanada’nın Quebec şehrinde Aleksandre Bisonet adlı ırkçının yaptığı cami saldırısında 6 Müslüman hayatını kaybetmişti. Daha sonra Darren Osborne adlı terörist İngiltere Finsbury Park’taki cami saldırısını gerçekleştirmişti. Aynı yılın Ramazan Bayramı’nın birinci günü bu kez Newcastle’da saldırıda bir araç bayramlaşan Müslümanların üzerine yürüyerek beş kişiyi yaralamıştı. 

Ne var ki, belirtiğimiz üzere, Yeni Zelanda’daki son terör saldırısı, gerek seçildiği ülke gerekse dehşet verici boyutları ve muhtemel travmatik-dramatik sonuçları bakımından bunlarla da kıyaslanmayacak yönlere sahip.   

Peki sizce neden Yeni Zelanda seçildi bu saldırı için? 

Bu önemli bir soru kanımca ve bu yönde pek derinlikli analizler de yapılmadı. Burada da öncelikle saldırının yapılış tarzındaki amacın sadece Yeni Zelanda’da değil bütün dünyada paniği arttırmak olduğunu vurgulayalım. Nitekim de öyle oldu. 

Katliamın, göçmen dostu, “çok kültürlülüğü devlet politikası olarak seçmiş Yeni Zelanda’da gerçekleştirilmesiyle verilen mesaj ise, tehlikenin sadece Avrupa ya da ABD ile sınırlı olmadığı algısı yaratmaktır. Adeta en güvenli ülkeleri bile karıştırabiliriz; yabancılar-göçmenler-Müslümanlar orada da güvende değil mesajıdır. Bu anlamda, ifade ettiğim üzere, son 2-3 yıldaki büyük çaplı cami saldırılarının Kanada, İngiltere ve Yeni Zelanda’da olması anlamlıdır. Yeni Zelanda ile birlikte bu ülkelerin hepsi “İngiliz Milletler Topluluğu”na dâhil ülkeler. Bu ülkelerde “çok kültürlülük”, uygulamadaki eksiklik-problemler bir yana, farklılıkların harmoni içinde yönetilmesi esasına dayanır. Dolayısıyla son terör olayı ile Yeni Zelanda üzerinden bir yandan içeriye yani Müslüman göçmen kabul eden ülkelere mesaj verilirken diğer taraftan da dışa yani Müslümanlara mesaj verilmekte ve bütün dünyada her an ölümcül bir saldırı-tehlikenin kendilerini beklediği mesajı, dikkat çekici tarihi birtakım referanslarla verilmektedir.    

Bu meyanda Avrupa’da son 7-8 yıllık periyotta Avrupa’da bazı terör hadiselerinin ardından aşırı sağın alabildiğine yükselişe geç(iril)mesi ve ardından da en yetkili ağızlardan “çok kültürlülükten vazgeçiyoruz” açıklamalarının yapılması boşuna değildir. Muhtemelen olay sonrasında Yeni Zelanda ve benzer özellikler gösteren Avustralya’da –hatta belki de Kanada’da- “çok kültürlülük”ten vazgeçme yönünde tartışmalar başlatılacaktır. 

Yeni Zelanda Başbakanı’nın olay sonrası liderliğine de ayrıca vurgu yapmak gerekir sanırım, ne dersiniz?

Evet, tabiatıyla. Yeni Zelanda Başbakanı’nın etkin liderliği ve olayın ilk anından itibaren gösterdiği teröre karşı empatik sözler ve duruş, her türlü takdirin üzerinde. Bu liderlik gelecek adına Yeni Zelanda için umudumuzu arttırıyor. Ancak bu pozitif tutum-liderliğe odaklanıp olayın esasını, saiklerini ve arka planınına dair analizleri ıskalamamak lazımdır. Kaldı ki olay sonrası ABD başta olmak üzere, Batı’daki ülkelerdeki cılız tepkiler ve çifte standartlı tutumla “terör” kelimesinin dahi genelde kullanılmayışı ise umudumuzu kırıyor. Üstelik olayın belki de artçıları olarak Avrupa’da camilere yönelik artan tehditler ve saldırılar da endişelerimizi alabildiğine arttırıyor. 

Teröristin silahındaki figürlere ve 74 sayfalık manifestosunda yer alan ifadelere bakacak olursak, hedefin aslında Türkler, Türkiye ve Erdoğan olduğu aşikâr. Zaamanlama olarak da Çanakkale zaferinin yıldönümünün hemen öncesinde gerçekleşmiş olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Terör saldırısındaki en önemli tarihî-sembolik işaretlerden biri, camiye yönelik terör saldırısının 18 Mart Çanakkale zaferinin yıldönümünün hemen öncesinde bu zaferde hezimete uğrayan Anzak (Yeni Zelanda, Avustralya ve İngiliz askerleri topluluğu) kuvvetlerinin sembol ülkesi Yeni Zelanda’da yapılmasıdır. Bu olgu, teröristin zikrettiği hemen bütün tarihî figürlerin şu veya bu şekilde Türkler-Osmanlılarla savaşan sembol isimler olması ile birlikte düşünüldüğünde terör saldırısının esas hedeflerinden birinin aslında İstanbul’u fetheden, Viyana kuşatmasını yapan, Akdeniz’i bir Osmanlı gölü haline getiren ve nihayet Çanakkale’de zafer kazanan Osmanlı mirasının temsilcisi Türkiye-Türklere yönelik olduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında Avrupa-Batı’da, merhum Halil İnalcık’ın da ifade ettiği üzere, İstanbul’un fethinin Batı’lı Hıristiyan zihinlerde travmatik etkisi zihinlerde hep diri tutulur.  Viyan kuşatması travma olarak yaşar; Endülüs hep canlı olup unutulmamıştır. Bütün bunlar Türkler, Türkiye ve Müslümanlarla ilgili hemen her önemli olayda aktive edilir, hatırlatılıp öne çıkarılır. Dolayısıyla Yeni Zelanda’da saldırısı tarihteki korku, düşmanlığa dair bilinçaltının aktive edilip güncellenmesi olarak bir zihniyetin yansımasıdır. Genelde “İslâm ile savaş”ı, “İslâm kendi içinde savaşacak” tezini bütün yeryüzünde uygulamaya koyanların özelde de “Türkiye ile savaş-hesaplaşma”yı farklı versiyonlarıyla uygulamaya koydukları-koyabileceklerine dair kuvvetli bir işarettir.

Bu ise İslâm karşıtlığının “Türkiyefobi-Türkofobi”ye dönüştürülmeye çalışıldığına yönelik işaretlere sahiptir. Esasen bir süredir Türkiye’ye yönelik saldırıların oryantalistik planlamaların da ürünü olarak farklı versiyonlarıyla çok daha sofistike yollarla devam edeceğini gösteriyor. Nitekim teröristin gerek silahında yer alan ve pek çoğu tarihte Türklerle-Osmanlı’ya karşı savaşmış figürler gerekse 74 sayfalık manifestosunda yer alan “Türklere” yönelik “Turkofagos=Türk Yiyici” vb. ifadeleri ve Türkiye ve hinterlandındaki bölgelere yaptığı ziyaretler bir bütün olarak değerlendirildiğinde terör saldırısının en önemli hedeflerinden birinin Türkiye olduğunu kolayca söyleyebiliriz. Şu ifadeler bu meyanda doğrudan Türkiye, Türklere ve Cumhurbaşkanımız Erdoğan’a yöneliktir:  

“Erdoğan en kadim düşmanımız Türklerin, düşmanlarımızın lideri”, 

“Avrupa’ya gelirseniz sizi öldürürüz”, 

“Konstantinopolis’e gelip tüm cami ve minareleri yıkarız”, 

“Ayasofya’yı minarelerden kurtaracağız”

Bütün bunlar, Yeni Zelanda saldırısı ile İslam karşıtlığının Türk-Türkiye karşıtlığına dönüştürülmek de hedeflendiğini gösteren ifadelerdir. Bu durum bize 16. Yüzyıl Refromasyon dönemi önde gelen Avrupa’daki dini liderlerin Türklere-Müslümanlara yönelik yazdıklarını hatırlatır. M. Luther, D. Erasmus ve J. Kalvin gibi önde gelen Protestan liderler “Türklere karşı savaş hakkında”, Türklere karşı ordu vaazı” tarzı pek çok kitap yazmışlardı. Tabiatıyla Osmanlı’nın zirve dönemine ulaştığı o dönemde “Türkler” aslında “Müslümanlar” anlamında kullanılıyordu. Burada Mısır-Suud-BAE bloku ile onların arka planındaki ABD-İsrail ekseninde belirgin olarak öne çıkan Türkiye’ye ve Erdoğan’a yönelik karşıtlığı göz önüne aldığımızda “Türkiyefobik cephe” daha da netleşmiş olur. 

Müslümanlar Hitler öncesi Yahudilerin durumuna mı sürükleniyor?

Tabiatıyla bütün bunlar, öncelikle Batı’da yaşayan Türkler-Müslümanların durumu ile alakalı zaman zaman dile getirilen “Acaba Batı’da-Avrupa’da –Türkler-Müslümanlar Hitler öncesi Yahudilerin durumuna mı sürükleniyor?” sorusunu hatıra getirmiyor değil. Zira hâlihazırdaki durum, bütün yönleriyle olmasa da, Hitler dönemi Almanya’sında Yahudilere yönelik etnik-dini temelli muameleler ile belli açılardan benzerlik de arz ediyor. Batı’da Müslümanların gittikçe Hitler dönemi Yahudileri konumuna sokulmaya çalışıldığı yönündeki kanaatler artıyor. Hatta bizzat Yahudi dini-siyasi liderler bu yönde açıklamalar yaptı, yapıyorlar. 

Nitekim geçtiğimiz yıllarda Hollandalı liberal Yahudilerin lideri pozisyonundaki Abraham Soetendorp’un söylediği, “Müslümanlar Hitler dönemi Yahudileri gibi muamele görme yolundalar” sözü bunu ifade eder. Yine Hollanda İşçi Partisi başkanlığı ve Amsterdam Belediye Başkanlığı da yapmış olan Job Cohen’in de benzer bir söz söylediği biliniyor. Amerikalı siyaset bilimci Anne Norton, Müslüman Sorunu Üzerine/On the Muslim Question  (Princeton 2013) adlı eserinde, geçen yüzyıldaki Yahudi sorununun yerini bugün Müslüman sorununun aldığını yazıyor. G. Wilders’in Kur’an’ı Hitler’in Kavgam kitabı ile karşılaştırması ve Hollanda’da yasaklanmasını istemesi de bir açıdan böyle bir arka plana yaslanır. Söz konusu dönemde Yahudilere yapılan muameleler öncesinde de Yahudi kutsal kitabının yakılmaya çalışıldığı, Yahudilerin toplumdaki ekonomik ve sosyo-kültürel problemlerin-olumsuzlukların sebebi gibi hedef gösterildiği biliniyor. Bütün bunlar, Müslümanların Avrupa, Batı ve gayr-i Müslim ülkelerde ikinci bir “Endülüs vakası” veya “Hitler dönemi Yahudileri”nin durumuna düşmesi ihtimalini hatıra getirir.

Batı, Müslümanlar tarafından yapılan en küçük eylemleri bile ‘İslami terör’ olarak adlandırıyor malum, bu saldırıyı Hristiyan, Haçlı ya da Siyonist-Evanjelik terör olarak mı nitelendirmeliyiz ne dersiniz?

Biraz da reaksiyoner bakışla bu terör hadisesine “Hıristiyan terörizmi”, caniye de “Hıristiyan terörist” demeyi fazlasıyla hak edecek karakteristik unsurlar var. Teröristin Tapınak Şövalyeleri üyesi olduğuna dair bilgilerin yanı sıra “radikal-siyonist bir Evanjelik-Protestan” olması gibi bilgiler, aslında terör eyleminin “beyaz ırkçılığa dayalı bir Hıristiyan terörizmi-radikalizmi” olduğuna işaret ediyor. Üstelik teröristin manifestosunda belirttiği üzere, ABD’de siyonist-apokaliptik –ki siyonizmin de ilk mucidi Evanjeliklerdir-, beyaz ırkçı Evanjeliklerin blok halinde oy verdikleri Trump’ı (ve Pence) “beyaz Evanjelik kimliği yenileyecek kişi-lider” olarak görmesi de bunu alabildiğine kuvvetlendiriyor. 

Ancak uzun süre yurtdışında yaşayan ve “silahsız haçlı savaşı” olarak nitelediğimiz oryantalizm çalışmaları yapmış biri olarak bunun bir “post-oryantalistik küresel bir tuzak” olduğunu düşünüyor ve terörü-şiddeti birebir anlamda dinlere nispet etmenin yanlışlığına inanıyorum. Üstelik bu tür nitelemelerin terör hadisesini planlayan üst aklında planladığı üzere, İslâm-Müslümanlarla Hıristiyan dünyayı karşı karşıya getirme amaçlı teo-politiğinin de alabildiğine farkındayım. 

Nitekim bu gibi durumlar için bir manivela olarak kullanılan DAEŞ’in bütün dünyadaki sinagog ve kiliselere saldırıya dair çağrısı tam bu söylediğim tuzağa işaret eder. Bu açıdan bakılırsa Cumhurbaşkanımızın da ifade ettiği üzere, Yeni Zelanda teröristi ile DAEŞ’in zihniyeti ve kumaşı arasında özünde bir fark yoktur.   

Dolayısıyla bu tuzağa düşmemek ve Müslümanlar tarafından yapılan en küçük eylemlere bile “İslâmî terör-terörist” nitelemesi yapan Batı’lı karar vericilerin-medyanın yaptığını yapmamak gerektiğini yineliyorum. Bununla birlikte Soğuk Savaş sonrasında gerek dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Clais’in “Batı’nın yeni düşmanının İslâm olduğu mealindeki açıklaması gerekse ABD Başkanı G. W. Bush’un 11 Eylül saldırısının hemen sonrasında “(İslâmî) terörizme karşı Haçlı savaşı” yaptıklarını dillendirmesini de göz önüne alarak Christchurch (Mesîh Kilisesi) cami saldırısının bir “Haçlı” ruhuna sahip bir terör veya tarihte Müslümanlara yönelik aşağılama olarak kullanılan “İsmailîlik-Hacerîlik (köle-cariyenin gayr-i meşru çocukları)” bakışa da sahip “beyaz ırkçı-öjenik-siyonist-Evanjelik” bir terör eylemi olduğunu söyleyebiliriz.

Son olarak Müslümanlara yönelik bu tarz tehditlerin önüne geçebilecek ne tür tedbirler alınabilir?

Umarım Yeni Zelanda-Christchurch camii saldırısı, Müslümanlar başta olmak üzere herkes için önemli bir uyarı olur. Batı medyasının ve bilhassa da Evanjeliklerin yön verdiği Trump’ın açıklamaları umut kırıcı nitelik arzetse de, başbakanları başta olmak üzere, Yeni Zelanda yetkililerinin oldukça pozitif açıklamaları ve empatik temelli tutumları umudumuzu arttırıyor. Ancak Yeni Zelandalıların bütün bu pozitif-empatik temelli tutumları bize olayın esasını unutturmamalıdır.        

Tabiatıyla bunun ötesine geçen ve dolayısıyla Müslümanlara yönelik yaklaşan tehlikenin önüne geçecek tedbirler üzerinde de akl-ı selim ile düşünülmeli. Türkiye dışında İslam dünyasına mensup ülkelerin pasif-cılız tepkileri hüzün verici. Bununla birlikte dönem başkanı sıfatıyla Türkiye’nin İslam İşbirliği Teşkilatı’nı (İİT) dün toplaması ve burada alınan kararlar, şayet etkin takibi yapılabilirse, oldukça önemli. Bu noktada en önemli husus, kavrama dair bazı tartışmalar olsa da, bu tartışmalarla vakit kaybetmeyip “İslamofobi”nin, tıpkı “anti-semitizm” gibi, bir “Müslüman düşmanlığı-nefreti” ve “ırkçılık-kültürel ırkçılık” olarak uluslararası kuruluşlarca kabulü ve dolayısıyla bir “insan hakları ihlali-suçu” olarak tescili yönünde etkin çalışma olsa gerektir. 

(Halen İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde görev yapan ve AA Analiz Haber yazarlarından olan Prof. Dr. Özcan Hıdır, çalışmalarını daha ziyade Yahudi ve Hıristiyan kültürünün İslâm, Kur’an ve hadislere etkisi tartışmaları, din ve kültürlerarası etkileşim, Protestanlık-Martin Luther ve İslâm, Batı’da İslâm, Kur’an ve Hz. Peygamber ve Türk imajı, oryantalizm-oksidentalizm, teo-politik, Avrupa ve Hollanda’daki Türklerin-Müslümanların dinî, sosyo-kültürel, ailevî, siyasî ve eğitimle ilgili sorunları gibi konular üzerinde sürdürüyor. Üçü Hollandaca olmak üzere yayımlanmış-yayım aşamasında 15 kitabı bulunan Hıdır’ın Türkçe, İngilizce, Arapça ve Hollandaca gibi dillerde pek çok ilmi-popüler makalesi-tebliği yayımlanmıştır. )