IRKİ HARSLAR VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ!...

Abone Ol
Türkiye; asırlara dayanan muhteşem bir İmparatorluğun sükut ettiği dönem içinde, kanımız pahasına elde tutabildiğimiz anavatan toprakları üzerinde tesis edilmiş bir Cumhuriyet Devletidir. Dolayısıyla, İmparatorluğumuzun mirası bir çok Osmanlı insan, yeni devletimizin vatandaşları olarak ülkemizde yaşamaktadır ve muhtelif ırklara mensup bu insanlar, Sayın Millî Savunma Bakanımız, İsmet Yılmaz Beyefendi’nin buyurdukları gibi: (bu ülkede yaşadıkları için, hepsi de Türk kabul edilmektedir.) Buraya kadar olanı doğrudur. Ve lâkin, bazı faktörler dikkate alınırsa millî bütünlük yönünden yeterli sayılmaz. Zira “ırki harsların” yek diğeriyle çatışması söz konusudur!... Meselâ sadece; Ziya Gökalp’in “Türkçülüğün Esasları”, Tekin Alp’in, “Türkleştirme” ve “Kemâlizm” adlarındaki eserlerini dikkate alırsak, en azından “Gayr-ı Müslim”lerin, Türk kabul edilip öyle benimsenmesi hayli zor ve hatta zordan da öte, imkânsız gibi bir şeydir. Meselenin en garip tarafı da Tekin Alp’in Türk asıllı olmadığı halde, aşırı Türklük taslaması gerçekten düşündürücüdür? Zira, kendileri Musevi asıllı olup, asıl adı “Moiz Kohen”dir?!.. 
Bir nevi ithâl malı sayılabilecek ve Batı dünyası tarafından bizlere gümüş tepsi içinde sunulan “Türkçülük” hareketi aslında bizleri bölüp, parçalamak stratejilerinin en etkili unsuru idi. Çünkü bu sadece Türkleri değil, aynı zamanda ülkenin diğer kavimlerini de harekete geçirebilecek bir özelliğe sahipti. Nitekim öyle de oldu ve böylece koca bir imparatorluk kademeli şekilde parçalanarak nihayet yoklara karıştı... 
Halbuki, “Türkçülük hareketinde” en önemli unsur olan; Türk Kavmini ve lisanını, diğer kavimlere sevdirip benimsetmek veya en azından saygı duyulmasını sağlayabilmekti. Ancak, Avrupa’dan ithal Türkçülüğün, böylesi inceliklere hiç mi hiç ihtiyacı yoktu. Özünü, “Fransa Devriminden” alan, Türkçülük Hareketi, prensip olarak zorbalığı esas almıştı ki, İttihat ve Terakki Fırkası’nın ruh yapısı da buna uygundu. 
Ne var ki, bu özenti hareketinden çok evvel hakiki bir Türk Hâkanı aynı konuya eğilmiş ve “Türkçülük” düşüncesini, fiiliyata dökerek, açık Türkçülük hareketini ilk başlatan II. Murad Hân olmuştur ki, Onun Türkçülüğü alenen meydanda idi. Şöyle ki; ilk defa olarak; “Oğuz Türklerinin Kayı Boyuna ait” damgasını vurduran, bizzat Sultan II. Murad Hân olmuştur. 
Osmanlı soyunun ilk defa olarak, “Kayı Hân” soyuna bağlanması da bu devre rastlar ki, daha sonraları Osmanlı Şehzadelerine: “Oğuz” ve “Korkut” gibi Türk Mitolojisine ait isimler takılması; Sultan II. Murad Hân’ın açmış olduğu “Türklük ve Türkçülük” çığrının bir devamı olmuştur. 
Sultan II. Murad Hân, Türkçülük tarihine hizmeti geçen simalar içinde istisnai bir mevki işgal eder. Himayesine aldığı (MİLLİ KÜLTÜR HAREKETİNE) telif ve tercüme eserlerle katkıda bulunmuştur. 
II. Murad Hân’ın iradesiyle yazılmış bulunan Türkçe eserler içinde en mühimleri şunlardır: 
1-: Yazıcıoğlu Ali Efendi’nin Oğuz ananelerini de ihtiva eden: 
“Tevârih-i al-i Selçuk”. 
2-: Molla Arif Ali’nin XI’inci asırdaki Anadolu fethine ait, “Danişmendnâmesi” 
3-: Şeyhi’nin “Husrev-u Şirin”i. 
4-: Mercimek Ahmed’in “Kabûsnâmesi” 
5-: Yazıcıoğlu Mehmet Efendi’nin; Dini ebediyatımızda eşi bulunmaz bir şaheser olan “Muhammediyye’si”.
O devre ait daha bir çok paha biçilmez eser sayılabilir. Türk dilinin tarihi konusunda, son derece değerli materyali vardır. 
Gayet zengin bir materyale sahip oluşunun başlıca özelliği; Kendilerinin de âlim, şair ve musikişinas oluşlarındadır. 
P.Witek’e göre: Sultan II. Murad Hân, “Türk Milliyetçiliği” fikrini gençliğinde Vâliliğini ifa ettiği Amasya dolaylarından almış ve benimsemiş. 
Peki hâl böyle iken, nasıl oluyor da birincisi değil de ikincisi kabullenip onaylanıyor?... Bu durum hiç dikkatleri çekmemiş midir? Çekmemiştir, çünkü bizler konusu her ne olursa olsun, hemen her bilgiyi “hazır almaya alıştırılmış” bir milletiz ve zaten bu esef verici durum asırlar zarfında hemen hiçbir değişikliğe uğramadan, günümüze kadar gelebilmiştir... 
Her ne ise biz tekrar ana konumuza, yani Sayın Bakanımızın enteresan beyanatlarına: (Biz bu ülkede yaşayanların hepsini Türk kabul ederiz. Onda hiç şüphemiz yok!) Evet! böyle buyurmuşlar. Ancak, bazılarının “Ben Türk değilim” dediklerinden söz ederek, haklı olarak bir sitemde de bulunmuşlar. 
Sayın Bakanımız İsmet Yılmaz Bey, öyle sanıyorum ki, hemen hiçbir ayırım yapılmadığını söylerken bu faktörün sadece İslâmi kesimi kapsadığını zikretmeye lüzum görmemiş olmalılar ki, bu hususta herhangi bir açıklama yapmamışlar!.. 
Halbuki, ülkemizde: (Rum-Ermeni-Musevi-Süryani) ırklarına mensup cemaatler yaşamaktadır ve bu cemaatler, Türkiye-Cumhuriyeti Vatandaşları olmalarına rağmen, “İç işlerine değil, dış işlerine bağlı” konumdadırlar!... 
Demek oluyor ki, bizler yani “Azınlık mensupları” normal vatandaşlık statüsüne mensup değiliz!.. O hâlde, Sayın Bakanımızın değindikleri hususun dışında kalmaktayız!... 
Ve zaten, bizlere “Azınlık” denmesine de rıza göstermiş olduğumuza göre, bizim vatandaşlık derecemizde en tabii ölçü olmalıdır denebilir! Ne var ki, bizlerin bu menfi durumdan kurtulması şarttı! Ama, olsun Cemaatten ve olsun Devlet cenahından hiçbir ses çıkmamış, böylece günümüze kadar gelinmiştir!.. 
Bahsettiğim bu durum; Türkiye’de ayırım olduğunun başlıca delilidir! Hiç kimse gocunmasın. Mal-i keyfiyet bu merkezdedir!.. 
Herhangi bir insanın atalarından bu yana, öz vatanı bildiği bir ülkede, hiç beklemediği hâlde, birdenbire kendisini “dışlanmış” gördüğünde acaba nasıl bir tepki gösterir. Böyle bir açmazla karşılaşan bir insan acaba ne hissetmiştir bu durumu acaba hiç düşünenimiz olmuş mudur?.. 
Bence olmamıştır. Şayet olsaydı, bu içler acısı yaraya çoktan parmak basılmış ve tedavisine gidilmiş olurdu! Ama ne yazık ki, olmamış ve böylece mevcut problem varlığını günümüze kadar sürdürebilmiştir!... 
Böylesi bir engel varken, “Millî Bütünlük” babında gayet rahat olumlu düşünceler taşımak, sadece rüya görmekten ileri gitmez!.. 
Bir İmparatorluğun devamı olan bir ülkede “farklı dine mensuptur” diye bazı kavimleri “üçüncü sınıf vatandaş” kabul etmek gibi pek sakat bir fikri akıma tabi kılmak, dünlerde Türkiye’ye nasıl bir şey kazandırmamışsa, günümüzde de hiç bir kazanç sağlamaz ve zaten kazandırmamıştır da!... 
Sayın Millî Savunma Bakanımız İsmet Yılmaz Bey: “Biz Türk kabul ederiz de, ben Türk değilim diyen de var.” buyurmuşlardır. Saygıdeğer Bakanım! Türkiye’de İmparatorluktan kalma muhtelif kavimler vardır ve Osmanlı, onların ırk, din ve lisan durumlarına herhangi bir kısıtlama getirmemiş ve tamamen serbest bırakmıştı. Ancak bu serbestliğin bazı ırklar tarafından istismar edilmesi ve Osmanlı Devletine karşı harekete geçirilmesi, Batı patentli “Türkçülük akımı” döneminde zuhur etmiş ve daha sonra bu tehlikeli gidişin önü alınamamış ve de bu durum; kavimler arası kan dökülmesine kadar gitmiştir ki, başlıca müsebbibi, hiç şüphesiz; “İttihat ve Terakki Fırkası ile Hınçak ve Taşnak Fırkaları” olmuştur!.. 
Ne acıdır ki, ülkemiz Türkiye’de bu konu her daim bir takım siyasî menfaatlere alet edilebilmektedir!... Türkiye adını almış bir ülkede yaşayanların hemen hepsinin de Türk addedilmesi elbette ki tabiidir. Ve lâkin, dini farklar söz konusu olduğunda, aynı görüşe göre hareket edilmemekte ve doğrudan ayırıma geçilmekte, dini farklık olan “Azınlık” damgasıyla damgalanmakta ve asli vatandaşlık hakkı verilmemektedir!... Ne Milletvekili, ne Bakan, ne muvazzaf Subay ve hepsi bir yana “çöpçü bile” olamazsınız. 
Sayın Bakanımız: “Biz bu ülkede yaşayan herkesi Türk kabul ederiz” dedikleri zaman, herhâlde sadece “İslâm Dininden olanları” kastetmiş olacaklar ki, beyanatlarında “Müslim ve Gayr-i Müslim” tabirleri yer almamış!... 
Bu durum, en azından 2-3 asırdır kanayan bir yaranın gerçek yüzüdür. Gerçekleri görebilmek ve cesurca üzerine gidebilmek, mezkûr meselede en yapıcı ve en birleştirici yoldur ve başka alternatifler aramaya kalkmak beyhudedir. Çünkü, güneş balçıkla sıvanamaz!.. 
Bir millet ki, kendi öz tarihini hiçe sayarak, kendine has bir tarih uydurur. O bu hareketiyle, “millet olma vasfını” çoktan yitirmiş sayılır. Günümüz Türkiye’sinde özellikle yeni nesillerin kendi öz tarihleri hakkında sağlam bilgilere sahip bulunmamaları, yarınlarda hemen her nevi tehlikeye karşı müdafaasız bir konumda kalır ki, böylesi bir durumdan asla ve asla hayır beklenemez!.. 
Bakınız: (ÖNCE-VATAN GAZETESİ) Tarih: 20 Şubat 2014 Perşembe. 
İnsanları sevmenin vatan sevgisiyle karşılaştırıldığında nereye kadar mı bazı faktörler yüzünden hayli zayıfladığını kişinin kendi vatandaşı, daha doğrusu ırktaşını ön plânda tutmasının sevgi hanesinde bazı açılardan eksiklikler meydana getirdiğini görmek, hayli üzücüdür ki, bendeniz bu karmaşık duyguyu yıllarca ve defalarca tatmış bir talihsizim diyebilirim... 
Bizlere demokrasi hakkında ne düşündüğümüzü soracak olunsa, hiç şüphesiz cevabım şu olacaktır: Telâkkiye göre değişir. “Demokrasi vardır size hitap eder. Ancak demokrasi de vardır ki, sizi dışlar ve rakip tarafa hitap eder.” Yanî o pek tantanalı tanıtımlarla ve gümüş tepsi içinde sunulan Demokrasi, aslında iki ucu pisliğe bulaşmış bir nesnedir ve ne atılır, ne satılır!.. 
Meselâ, demokratik anlayışa göre; (Nasyonal Sosyalizm, bir vahşet idaresi, Hitler ise kanlı bir diktatördür. Enternasyonal Sosyalizm ise tam aksi hürriyet kokan bir rejim sistemi, Lideri Lenin ise, şuurlu bir Devrimcidir.)
Görülüyor ki, siyasî görüş ve idarelere tabi her fikir, kendi sahasında gerçeklere hitap eden bir nesne olarak karşımıza çıkmaktadır!... 
Peki, bunun doğru olmadığı hakkında herhangi bir fikir ileri sürülebilir mi?.. Evet sürülebilir. Ancak, şayet kuvvetli ve dünya siyasetinde rol oynayabilecek güce sahipseniz böyle bir hakka haiz olabilirsiniz!.. 
Görülüyor ki, adına “Demokrasi” denen nesne, gerçek dünyada sadece kuvvetlilerin elinde bulunan bir hükmetme silâhıdır!... Bunun aksini savunan veya sadece düşünen olsa dahi; sözünü ettiğimiz özelliklere sahip değilse, ancak ve ancak boşa kürek sallar.. Çünkü, “Demokratik sistem” kuvvetlinin elinde işe yarayan sadece bir kandırma aracıdır o kadar!.. 
Meselenin en enteresan tarafı da; bilumum “İzimlerin hemen hepsi de” sadece kuvvetlinin elinde varlık gösterebilen bir savunma, daha doğrusu kandırma aracı olduğunun açıkça bilinmesine rağmen, dünya milletlerinin bu faktörü bir türlü kavrayamamış olmasıdır?!... 
Görülüyor ki, tarihte olduğu gibi günümüzde de güç ve kuvvet sadece Cihana hükmedenbilenlere hizmet sunar. Zayıflara ise, asla yer yoktur!... Hâl böyle iken, hâlâ kendimizi kandırmaya çalışmamız, gerçekten akıntıya karşı kürek çekmeye benzer ki, aynı yerde sayar durursunuz!... 
Gördüğüm kadarı ile, Türkiye’de iktidar ve muhalefet arasındaki şuursuz mücadele, ülkemize çok ağır bedelleri olabilecek, yarınlar hazırlamaktadır!.. Öyle bir zamana gelmişiz ki, insanlar tatlı sözlere değil, doğrudan olumlu icraatlara yatkın hâle gelmiş durumdadır!... 
Yanî, ülkemizde söz konusu olan ve fakat, görmezden geldiğimiz konular, gün gelir istemediğimiz hâlde rahatsız edici bir problem olup, meydana çıkar!... Bir ülkenin temelinde bulunan ve her an hayatiyet kazanabilecek özellikleri olan faktörlerin, kendi haline terk edilerek, yarınlarda hayati açıdan problem olmasına meydan bırakmamak lâzımdır!... 
Dünlerde “Ermeni Meselesi” idi. Günümüzde “Kürt Meselesi”, yarınlarda ise bir başka kavimin adıyla sahneye konacaktır... Bizler bir an evvel yekdiğerimize yakınlaşmadıkça, bu iğrenç Batı oyunu devam edip gidecektir... Nereye kadar mı? Nereye kadar olacak; Allah korusun günümüzdeki, Türkiye yıkılıncaya kadar.... 
Evet! Ülkemizin düşmanları böyle düşünmekte ve bu gayeye hizmet edebilecek faktörlerin hemen her nevini devreye sokmaktadırlar... 
Benim bu mesele üzerinde hassasiyetle durmamın başlıca sebebi; Türkiye Ermeni’lerinin yarınlardaki nesillerinin bizler gibi ıstırap çekmeden huzur ve mutluluk içinde anavatanımız Türkiye’de yaşayabilmeleri içindir. 
Ancak, böylesi bir mutluluğu ancak ve ancak, Türk unsuru bizlere sağlayabilir. Yeter ki, Türk insanının gözlerindeki perde kalksın, basiretsizlikten kurtulsun! 
Saygıdeğer okuyucularım, inşallah bir daha ki makalemde buluşabilmek nasip olur. Hürmet ve saygılarımla mutlu yarınlar diliyorum efendim. Saygı ve sevgilerimle. 
Özür: Geçen hafta bu sütunlarda yayınlanan yazıda dizgi hatası nedeniyle “muhaberede” kelimesi “muharebede” olarak yazılmıştır. Yazarımız Levon Panos Dabağyan’dan ve okuyucularımızdan özür dileriz.