Evet! Türkiye’de, “ırkçıların” varolabilme gıdası hiç şüphesiz Ermeniler’dir. Ermeni ırkçılarının da Türkler. Bu zavallılara diyecek hemen hiçbir sözümüz yoktur! Zira ruhi bozukluk içinde oldukları için, tıbbi tedaviye muhtaçtırlar.
Ancak, ruh hastası ırkçıları kendilerine verimli bir matah addeden sözde tarihçi, sözde araştırmacı kalemlerin insanlık dışı davranışlarına. Asla ve asla hoşgörülü bakamam!
Bu tipler o derece seviyesizdirler ki, yüzlerine tükürseniz, yağmur yağdı deyip geçip giderler... Basın hayatımda bunlar gibilerin ağababalarıyla aynı gazetelerde çalışabilme imkânı bulmuştum ki, böylece onları yakından tanıyabilme imkânı bulmuştum!...
Bunların içlerinde en ziyade popüler olanı (1980’li yıllarda,) Tercüman Gazetesinde (Tarihçi sıfatıyla) çalışmaktaydı. Kendileriyle yakın temasım olmuştur ve bir gün bendenize: (-: Levon Bey! 1915 belgeleri arayanların bana müracaat etmeleri lazımdır. Çünkü, “Baş-Bakanlık arşivinde bulunan bu belgeler benim kontrolümdedir ve her defasında en alta sürer ve böylece gözlerden uzak tutarım!..) demiş ve pis pis sırıtarak yüzüme bakmıştı!...
Kendilerine cevabım şu olmuştu: (-: benim belgeye melgeye ihtiyacım yoktur! Dışardakilere gelince. Tahminimce, Onlarda, bu konuda Baş-Bakanlık arşivinde dahi bulunamayacak kadar değerli belge vardır ve zaten Baş-Bakanlıktaki belgelerin çoğunluğunu “İttihatçı safsataları” teşkil eder.)
Öyle sanıyorum ki, daha sonra benimle hiç mi hiç görüşmemiş olan bu zat. Sonraları Almanya’ya giderek oradan mezkûr gazeteye Ermeniler aleyhine makaleler göndermeye başladı ve kendileri vefat edinceye kadar bu durum devam etti: (1926-2004).
Bu satırları niçin yazdım? Cevabı gayet basit: aklı erer yaşa geldiğim (1937) yılından günümüze: (2014). Türkiye’de her daim “Ermeniler aleyhine” isnatlı isnatsız; makale, tefrika ve kitaplar neşredilip durulur... Buların çoğunun isnat noktası zayıfta değil, tamamen yoktur! Lâkin, bu tür yayınların tenkitten ziyade, mettiye gördüğü de bir ayrı vak’adır!...
Ermeniler’in Türkiye’de itibar görmemesi için ellerinden geleni esirgemeyen bir takım sözde “vatanperverler”, adeta bizlerin kanını emmekte ve böylece “Irkçılığın” yaşayabilmesi için, bizleri kobay gibi kullanmaktadırlar!...
Peki kim veya kimlerdir bu düzenbazlar? Dendiği zaman. Onlar hemen herkesten önce harekete geçerek, sözde Ermenileri koruyup (!) böylece meseleyi örtbas edebilmektedirler...
Meselâ: “Talat Paşa”yı Ermeniler değil: Ermeni Hınçak Fırkası mensubu, Soğomon Tehliryan öldürmüştür. Keza, merhum Cemal Paşa’yı Tiflis’de Yaverleriyle birlikte öldüren. Ermeniler değil. Rus Bolşevikleri şehit etmişlerdir.
Bütün bunları, bendenizin belge teşkil eden kitaplarında mevcuttur. Dahası, mensubu olmaktan şeref duyduğum “Önce-Vatan Gazetesinde” de tarafımdan zaman, zaman neşredilmiştir. Dolayısıyla tekrarında fayda görmemekteyim.
Görüyorum ki, son günlerde Tarihçi Murat Bardakçı Bey de bu malûm kervana katılmış, rahat rahat Ermeni mallarının, “yağma Hasan’ın böreği” misali dağıtıldığını iftihar ede ede yazmışlar?!...
O Murat Bardakçı ki, daha birkaç yıl evvel, “Türk Tarih Kurumu” eski Başkanı Hallaçoğlu Bey’e sitem ederek: (-: Türk Tarih Kurumu’nun Ermenilerden gayrı bir meşgalesi yokmudur ki, durup, durup Ermenilerle ilgili kitaplar neşretmektesiniz.) diye sitem etmişlerdi. Bakıyoruz ki, günümüzde kendileri bu işe soyunmuşlar?...
Bana öyle geliyor ki, “Irkçılığın hayat kaynağının Ermeniler” olduğunu nihayet Murat Bey’de keşfedebilmişler!...
Bu sefer ne bulmuşlar? Şunu bulmuşlar: (İTTİHATÇI’HIN SANDIĞI)nı bulmuşlar ve Türk büyüklerini öldüren Ermenilerin mallarının paylaşımını allandıra, bullandıra adını ziyrettiğimiz kitaplarına geçmişler! İttihatçı ne diyor: Ermeniler tarafından öldürülen İttihatçı ileri gelenlerinin ailelerine, Ermeni gayrimenkullerini Atatürk ve İnönü dönemlerinde tahsis etmişler.
Bendeniz bu hususun detaylarına inmeyi lüzumsuz bulmaktayım. Zira, Ermeni siyasî Fırkaları ve Ermeni Çeteleri ile normal hayatını sürdüren bigünah Ermenilerin hemen hiçbir alakası yoktur. Dolayısıyla bütün Ermenileri böylesi bir meselede zan altına almak. Gerçekten sadece haksızlık da değil. Aynı zamanda vicdansızlıktır!...
Çünkü, Türk-Ermeni münasebetlerinde hemen her menfi olayın “Ermeniler” adına işlenmesi, Mesele normal münasebetlere gelince, susulmasının tercih edilmesi, bir ikilemin varlığını göstermektedir ki, bu durum biz Ermenileri ziyade üzmektedir!...
Bir felakete kurban gitmiş insanların acı dolu hayatlarına, yeni yeni acılar katmaya çalışmak. Her halde ne tarihçiliğe ve ne de yazarlığa sığır!...
İlk şu hususu belirtmek isterim: “Osmanlı’ya baş kaldıran Ermeniler’in hemen hiç birisinde sabit mallar yani mülkler mevcut değildi. Zira onlar, Çarlık ve Sovyet Rusya tarafından Osmanlı ülkesine sokulmuş kundakçı çetelerdi....
İttihatçıların “Sandıkları varsa.” Bizlerin de sandıkları elbetteki vardır! Ancak, bizler o uğursuz vak’anın deşilmesinden ne Ermenilere ve ne de Türklere her hangi bir fayda temin edebileceğine inanmıyoruz!... Dolayısıyla bu konularda susmayı tercih etmekteyiz ve zaten benim eserlerimde de bu hususu gayet titiz şekilde ele alarak, her iki tarafı da gocundurmamaya azami gayret göstermişimdir.
Ama bakıyorum ki, Siyasi maksatlarla istemezse de imza koymaya mecbur kalmış bulunan Gazi Hazretleri ile İsmet Paşa (İnönü)nın değerle adlarından istifade eden İttihatçılar÷ Diledikleri yönde hareket ederek, günümüzde de Ermeni adını siyasî maksatlara alet etmeye tevessül etmektedirler?!...
İttihatçılar’ın iddialarında ne dereceye kadar haklı olduklarını, aynı eserin 455’-456-457’nci sahifelerinde belge olarak sunulan bir tarihi makaleyi aynen geçiyoruz. Buyurun hep birlikte okuyalım:

(--: REFİK HÂLİD’İN (KARAY)
EFENDİLER NEREYE?
BAŞLIKLI MAKALESİ
<5 Kasım 1918>


Efendiler Nereye?...
Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elenizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden Efendiler Nereye?...
Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız bir takım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli, canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar...
Galiba şafak attı, Güneş doğuyor, tahtakuruları nereye?...
Ücrâ dağbaşlarında gözleri ateşli, dişleri keskin, tüyleri dimdik aç kurtlar vardır? Köpeksiz sürülere dalarlar, boyunları kaparlar, etrafa kan, kemik saçıp mideleri dolu inlerine kaçarlar. Galiba Çoban göründü, köpekler hırlıyor, tok kurtlar nereye?
Kedisiz evlerde fareler vardır, kilerlere girerler, dolapları delerler, şunu, bunu kemirip, sağa sola koşuşup baş köşede gezerler, bir pıtırtı olunca deliklere girerler... Galiba koku aldınız, kedi geliyor; koca fareler nereye?
Dul annelerin haylaz çocukları vardır; sandıkları kırarlar, paraları çalarlar, bohçaları aşırıp Yahudi’ye satarlar ve sonra korkup sokak sokak kaçarlar...
Galiba foyanız meydana çıktı, yakanız ele geçecek, ziyankâr evlatlar nereye
Vurdular, kırdılar; yaktılar, yıktılar, astılar, kestiler, kastılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek, yılan gibi kaçtılar; memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar...
Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı Paşalar damdan dama nereye?...
O zamanlar kalemler kırık, gözler yumuk, boyunlar eğili, ağızlar kilitliydi. Gel! Diyordunuz, halk karnını yerde sürüyerek ezile-büzüle koşuyor, ayaklarınızın altına sokulup tir tir titriyordu. “Git!” diyordunuz, kapıya kendini zor atıyor, merdivenleri dörder dörder atlıyarak canını güç kurtarıyordu. Siz Nazır değildiniz, Derebeyliği yaptınız... Siz âmir olmadınız, sergederlik zettiniz... Siz Vâlilik yapmadınız, asesbaşlık ettiniz... Efelere taş çıkarttınız; zorbalara parmak ısırttınız; Çakıcı’ya rahmet okuttunuz. Kabakçı’yı gölgede bıraktınız... Biraz daha geçseydi evliyâ diye Patrona’lara türbe kurup başlarında kandil yakacaktık; “Musli”leri kahraman bilip, namlarına heykel dikecektik, Sakallı’lara can verip mevkilere geçirecektik.
“As!” deyince sıra sıra darağaçları kurulur, “Yak!” deyince alev alev meşaleler tutuşur, “Bas!” deyince tabur tabur Jandarmalar üşüşürdü... Elinizde zindan anahtarları, belinizde idam ipleri, sırtınızda darağaçları vilâyet Vilâyet dolaştınız; Ali’ye çattınız, Veli’ye bastınız, Ahmed’i kastınız, Mehmed’i kavurdunuz; beş senedir her tarafta kargalara insan leşinden öbek öbek ziyafetler çektiniz; akbabaları çocuk ölüsü ile besleyip, kartalları artık adam etinden tiksindirdiniz....
(MUHALİF Mİ? AL AŞAĞI... MUHARRİR Mİ VUR BAŞINA... TÜRK MÜ? SÜR ÖLÜME... RUM MU İSTE PARASINI... ERMENİ Mİ? KES KAFASINI... ARAP MI? ÇEK İPE... KADINMI? GÖNDER EVE... HAYDUT MU? BUYURUN KÖŞEYE... KÜLHABEYİ Mİ? GELSİN YANIMA... YAHUDİ Mİ? SOR FİKRİNİ... KALAN KİMSEYE AT SOPAYI... PARALARI KOY CEBİNE, İŞTE SİZİN PROGRAMINIZ BU!)
Hani Karagöz’de “Kanlı Nigâr” oyunu vardır, “Urun kızlar kol demirin” derler de kapılar kapanır, avane üşüşüp anadan doğma soyarak misafiri çırılçıplak dışarı fırlatır... İşte siz böyle yaptınız, Boğazları kapatıp içerde keyfinize gideni işlediniz; Kimimizi soydunuz, kimimizi vurdunuz.
“Açılır besmeleyle her sabah dükkânımız / Cellâdbaşı kara Ali pirimiz üstadımız” levhasını başınızın uçuna asıp palalarla sopalarla işe giriştiniz; sürülerle insanları dağ başlarına götürüp satırlardan geçirdiniz, babaları evlâtları yoktan yere harcayarak Anadolu içersinde dul kadından, yoksul yetimden başkasını bırakmadınız. Ne oluyordunuz? Bu kanlı işgüzarlıklar, bu canavar akını, bu fitne fesat siyaseti ne fayda verecekti? Ne kazanacaktık? Dünyayı mı alacak, Mısır’a Sultan mı olacak, Hind’e şah mı gidecektik?
Sizin Sadrazamlıkla, Seraskerlikle, Nâzırlıkla gözleriniz doymamıştı, a, Paduişah heveslileri... Şam’da, Halep’de az daha namınıza hutbe okutup, isminize sikke kestirecektiniz... Yiğitlik sizde, kahramanlık sizde, avrut zavurt sizde, caka tavır hepsi sizde idi...
Şimdi böyle sinsi sansar gibi tavandan tavana nereye?...
Evet nereye gidiyorlar? Mahalle kahvesinden bir adımda sadârete, meyhane pheykesinden bir basışta nezarete, tulumbacı koğuşundan bir hamlede vilâyete eren bu türediler nereye gidiyorlar? Kendileri Kürklere büründüler, milletin derisini soydular. Kasalarını altın doldurdular, bizim cebimize kâğıt tıktılar.; halk seril-sefil Cami avlularında yatarken, Çiftlikler aldılar, Kâşâneler yaptırdılar. Açlıktan ölenlerin lokmasını ağzından çalarakhal(...)lere ziyafet çektiler; susuzluktan bunalanların testisini arışıp, havuzlarını doldurdular, içinde kayık yüzdürdüler... Han, Hamam yıktılar, darağaçları kurdular; hânümanlar sömndürüp memleketler yaktılar, yağ aldılar, bal sattılar yün çaldılar, pamuk attılar... Ne çocuk dediler ne ihtiyar, ne Padişah tanıdılar ne nizam; ne merhamet bildiler ne insaf...
Halk açlıktan sokakta pösteki kemirirken, onlar konaklarında bülbül beyni yediler, kuş sütü içtiler... Anamıza sövdüler, babamızı dövdüler, tırnaklarımızı söktüler, hülâsa, bacağından yakalayıp, bu devleti yerden yere vurdular...
İşte milleti büsbütün öldürdüklerinden emin olsunlar; zira damarlarımızda bir damla kan, kollarımızda bir zerre kuvvet kalmış olsaydı, yakalarına yapışır öcümüzü alırdık... Halbuki kollarını sallıya sallıya yüzümüze tüküre tüküre gittiler... Aşk olsun! Ad da size yaraşır, meydan da Bizde bu ölü kan, sizde o yaman surat olduktan sonra, bir gün olur yine gelirsiniz. Eteklerinizi öptürüp ciğerlerimizi söndürürsünüz. Biz size: “Kırk katır mı, kırk satır mı soramadık; yarın sizin bize:
“Ölümlerden ölüm beğen!” demek artık hakkınızdır. Lâyıkımız olan Paşalar! Topumuzun kafasını bir kılıçta çıkarmadan nereye?)
<Refik Hâlid>

Evet Merhum Refik Hâlid Karay’ın (1888-1965) bu tarihe mal olmuş meşhur makalesi, İttihatçılar’ın neyi hak ettiklerini açıklıkla göstermektedir!... Yamnî bizim ayrıca yorumda bulunmamıza gerek olmadığı inancındayız!...
Ancak, Ermeni mülklerinin kimlere, kimler tarafından peşkeş çekildiğini belgeleyen iki hacimli ciltte sunulmuş ana kaynaktan bazı alıntıları siz değerli okuyucularıma sunmayı, en azından “Milli bir Borç” bilmekteyim.
İnşallah yeni makalemde buluşabilmek umutu ile cümle Okuyucularıma huzurlu haftalar dilemekteyim. Saygı ve sevgilerimle mutlu yarınlar efendim.