Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi (IKBY) başkanı Barzani, 25 Eylül 2017’de bağımsızlık referandumu kararından geri atmayacak gibi. Kararın ilk açıklanmasından itibaren muhtemel manevralar için bunun taktik olarak alınıdığı, bir süre sonra Bağdat ve uluslararası camiadan koparabileceği tavizlerle erteleneceği bekleniyordu. Gelinen nokta ise referandumdan bağımsızlık için “evet”in çıkmasının hemen bağımsızlık anlamına gelmeyeceği, yani Erbil yönetiminin bu kararı cebine koyduktan sonra adım adım, alıştıra alıştıra uygulamaya geçeceği yönündeki açıklamalar gündemi meşgul ediyor.

Aynı bölgede bir başka referendum, o günkü deyimle plebisit hikâyesini hatırlamakta fayda var. 1923 Baharından Lozan müzakereleri devam ederken Musul-Kerkük konusundaki anlaşmazlık kıran kırana sürmektedir. Aynı zamanda Misak-ı Milli sınırları dahilinde olan bölge için Türk tarafı, o günün moda uygulaması “plebisit” ile sorunun çözülmesini teklif ediyor. Zaten Wilson’un 14 ilkesinden biri de Osmanlı ülkesinin kalan topraklarının parçalanması için çağdaş kılıf olarak plebisitle karar verilmesi idi. Bu ilke ortada iken sonuçtan emin olan Türk heyetinin Musul-Kerkük için plebisit teklifine İngilizler şiddetle karşı çıkıyor. Lord Curzon’ın gerekçesi ilginçtir: “Kürtlerin büyük çoğunluğu okuma yazma bilmez. Bizim (İngilizlerin) başlattığı Kürtçe okuma yazma programı ile Kürtler henüz kendi dillerini ve alfabelerini öğrenememişlerdir.” Lozan müzakere zabıtlarını (Seha L. Meray) dikkatle okuyunca Kürt kardeşlerimiz, milli olarak sarıldıkları alfabenin aslında İngiliz “hediyesi!” olduğunu göreceklerdir ki sömürgecilerin kralı olan bu diplomasi adım attığı her yerde çatışma, düşmanlık ve kan gölü bırakmıştır. Zaten Musul-Kerkük’ten Ankara’da TBMM’de tek kelime Türkçe bilmeyen temsilciler bulunmaktaydı ve kesinlikle Türkiye’ye bağlı kalmayı istiyorlardı.

Barış görüşmelerinde uyuşmazlık halinde taraflar uzlaştığı takdirde referandumun Uluslararası Hukuk’ta yeri vardır. Ancak mevcut sözleşmeler ve Uluslararası Hukuk ilkeleri göz önüne alındığında Ankara ve Bağdat’ın karşı olduğu referandumun hüküm yoktur. 25 Eylül referandumunun ise İsrail’den başka destekçisi yok. ABD, görünüşte “acele etmeyin, bunun zamanı değil” gibi ifadelerini kullansa da uygulamada “elini çabuk tut” anlamında davranışlar sergilemektedir. Bu bağlamda ABD’deki İsrail lobisi ağırlığının etkisi unutulmamalıdır. Referandum kampanyalarındaki Kürt-Yahudi işbirliği adeta gözyaşartıcı! Karnaval havasında geçen kampanyalardan açıkça görüldüğü gibi (sankisi gereksiz) referandumdan evet çıktığı takdirde ikinci veya kardeş bir İsrail devleti kurulacaktır.

2003’te ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra Kuzey Irak’ta IKBY’nin kuruluşu ile Erbil önemli ölçüde İsrailli firmaların kontrolünde gelişmiştir. Bölgedeki benzer şehirlerin aksine terör faaliyetleri pek görülmez. Eğitim, sağlık ve diğer kamu hizmetleri komşularından oldukça ileri olup bu güven ortamında ekonomik kalkınma da sürüp gitmektedir. Darbeler konusunda siyaset bilimi kitaplarında klasik bir anekdot vardır: Washington’da darbe olmaz, çükü bu şehirde ABD Büyükelçiliği yok! Biraz bunun gibi diğer şehirlerde görülen terörist faaliyetler Erbil’de (memnuniyetle) görülmez, çünkü buradaki İsrail yatırımları ve kuruluşları, çoğu İsrail bağlantılı terör faaliyetlerine gerek duymaz.

11 Eylül Saldırıları sonrası Irak’a müdahale ve nihayet Arap Baharı kapsamındaki gelişmelerin merkezinde İsrail çevresinin dizaynı bulunmaktadır. İsrail’in kuruluşundan beri gündemde olan Kuzey Irak’taki uydu devlet projesi IŞİD’den alınan güçle uygulama aşamasına geçmek üzeredir. Alınan bilgiler göre, referandumdan bağımsızlık yönünde evet çıkacağı garanti gibi. Bununla beraber sesi soluğu pek çıkmayan Barzani-Talabani karşıtı Kürt aşiretler (bunlara Türkmen ve Araplar da katılmalı), bu oyunu kökünden bozabilir. Ancak Erbil yönetiminin İsrail desteği ile buna karşı tedbirleri almış olma ihtimali güçlüdür.

Barzani ailesinin yakın tarihteki siyasi faaliyetleri, diğer Kürtlerle çatışmaları ve isyanlarına karşın dokunulmazlığının anlamı önemlidir. Bu ailenin aslen Yahudi veya İsrail’in kontrolünde olduğuna dair arşiv belgeleri yahut ilgili mahfillerden sızan bilgilerin pek önemi yoktur. Ancak Mesut Barzani’nin bir devlet başkanından daha fazla başta ABD olmak üzere birçok devlet nezdinde mazhar olduğu müsamaha ve itibar ile verilen destek herşeyi anlatmaktadır. 

Bu aşamada Türkiye, böyle bir referanduma, Kuzey Irak’ta bağımsız Kürt devleti kurulmasına kesinlikle karşı olduğunu deklare ettiği halde buna karşı ciddi adımların atılmadığı yönünde eleştiriler bulunmaktadır. Esasen Barzani’nin bugünkü aşamaya gelmesinde Ankara’nın önemli desteği sözkonusudur. IBKY’nin can damarı durumundaki Habur sınır kapısı Türkiye’nin önemli bir kozu olduğu halde gündeme getirilmemiştir.

Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kürtlerin Barzani ve Talabani ailesi ile büyük problemleri vardır. 2007 sonbaharında bu bölgedeki nüfusun yaklaşık yüzde 70’şini teşkil eden 63 Kürt aşireti Türkiye’ye katılmak için müracaat etti. Barzani bunlara büyük baskı yaptı. Türkiye’nin bu aşiretlere “sizi ülkemize kattık” demesi mümkün değildi. Ancak iç ve dış tahrikçilerin oyununa karşı Türkiye hasreti çeken bu Kürtlerin talep ve teşebbüsleri, kamu diplomasisi kapsamındaki kurumlar ile medya ve siyasi arenada adeta geçiştirildi.

Irak Kürtlerinin büyük çoğunluğu için Barzani önderliğinde bir bağımsızlık, arzulanan bir gelişme değildir. Öte yandan Bağdat yönetimi açısında böyle bir teşebbüsün karşılığı ağır olacaktır. Ankara ve İstanbul’da bir çok kapıyı zorlayan bu aşiretler, Türkiye tarafından kamu diplomasisi yöntemleri çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bugün için de bölgenin İsrail bağlantılı liderler tarafından ateşe atılması gündeme geldiğine göre Ankara’nın bu aşiretler üzerinden barışı koruyacak, yeni çatışmaları önleyecek girişimlerde bulunmasının zamanı değil midir?