Her devrin devranın bir karakteri, bir mizacı, hakim duygu ve düşünceleri, genel kabulleri vardır. Sırf bu yüzden zamanın ötesine geçebilmek devrin her şeyini kucaklamak değildir, terk etmekte değildir. Çünkü her toplum çeşitli zamanlarda yanlışları ile ve doğruları ile vardır. Ve yanlışları ile doğruları ile bir bütündür. Bu hakikat hem toplum için hem insan için geçerlidir. İnsan doğruları ve yanlışları ile vardır. Beşeri acziyetin zarureti olarak böyledir. Böyle olması fıtrattan, yaratılıştan, tecelliden, hilkattendir. İnsanda bulunan acziyet durumu toplumda da mevcuttur. 
İnsan herhangi bir şekilde doğrulara sahip olmuş doğru kabul ettiklerinin peşinden koşup gitmiş, düşüp yorulmuş, kalkmış ve o doğrusunun istikametini yitirmeden bir şeylerin peşinden sürüklenmiştir. İnsanın olduğu gibi toplumunda doğruları vardır. Ve bu doğru birçok kez toplumdan bireye sirayet eder. Hem beşerde hem toplumda aynı mahiyette acziyet mevcutsa o halde genel kabulleri, doğruları, tabuları onu hatadan hataya gayet tabi sürüklemiş olabilir. Ve bir doğru, bir hakikatmişçesine nasıl kabul görüp yayılabiliyorsa, manipüle edilmiş bir yanlış, bir hata da aynı şekilde makul görülüp kabul edilmiş, pek tabi olabilir. 
Fikirlerimize zincir vurdurmamakta kararlıysak, fikri sahada da insanın acziyetinin farkında olmalıdır. Çevremizde, çağımızda yaşanan olayların sahnelenen, zahire bakan tarafları ile algılarımızı zapdetmesine izin vermemeliyiz. Mümin için algılarının ötesinde bir hakikat vardır. Ve o hakikat dünyasına ve ukbasına hakim olandır. 
Bu devrin olaylarının evveliyatından tutunda, nihayetinin ne olacağıyla ilgili kafamız karışıksa fikir yürütmede zorlanıyorsak, bir kenara tutup atmak, silmek, köşeye kaldırmak çözüm değildir. Ve çözüm üretmek peygamberane bir gelenektir. Efendimizin her şeyle ve her işle doğrudan ya da dolaylı ilgili olduğunu düşündüğümüzde, tefekkürün farziyetini, ehemmiyetini, zaruretini dile getirmek gerekecektir. Yani işin bu tarafı özetlenecek olursa muallakta kalan hadiseler gündemimizden düşemez…
Biz efendimizi 23 senelik peygamberlik hayatı içerisinde furuatta olan konular dâhil olmak üzere beşeriyete ait tüm konularla alakalı buluyoruz. Zahiri ve Bâtıni tüm konularla içli dışlı buluyoruz. Onu (sav) Kitaplarda, gününün bir bölümünü müminlerin soruları ve sorunları ile alakadar olurken buluyoruz. 
Her devrin fitnesi, fitnecisi vardır. İnananların Bireysel ve toplumsal imtihanları hasebiyle hasmı fitne unsurlar vardır. Bunları zahire bakan taraflarıyla kısmen bilmek mümkündür. Fakat birde fitne devirleri vardır ki toplumun geneli türlü bozuk sebepler ile fenalığa talip olmuşlardır. Masiva, menfaatperestlik, cismaniyet ve türlü fenalıklar buhran iklimi oluşturmuştur. İşte böyle bir devirde” Atla giden attan insin, koşan yürüsün, yürüyen dursun, duran otursun” diye hadisi şerif mümin tavrının mahiyetini belirtmiştir. 
Fitne devri; temkinli tutumun, yavaş davranışın, kapsamlı fikir yürütmenin, bir konu üzerinde birçok düşünce geliştirmenin, olayların boyutları üzerinde her zamankinden fazla kafa yormanın gerekli olduğu devirlerdir. İşte bu sebepten, İyiliklerin ve iyilerin ittihatı ile fitneye, küfre, tağutlara karşı ittifak etmeli… Yüce yaradan müminlerin ittihatı, ittifak etmelerini istemekte bunu Kuran’ında birçok yerde bildirmektedir. 
Mümin için ölümsüzlük haktır. Ruhun ölümsüzlüğü, hayat denilen hadisenin farklı şekillerde ve farklı boyutlarda devam ettiği konusunda akıl sahiplerini bu hususta ittifak ettirir. Bediüzzaman’ın tabiri ile tabaka-ı hayat beştir. İnsan ruhlar âleminden, Ana rahmine, oradan dünyaya, oradan berzah hayatına son olarak Ahirete iltica eder. Ve bir yolculuk halinde sonsuzluğa uzanır, bu sebepten ölümsüzlük haktır. Ve aklıselim, sıratı müstakim istikametinden, zamanın ötesine geçerken, beraberinde hakkı, hakikati götürecek… 
Hakka ve hakikate sahip olabilmenin, sahip çıkabilmenin çok zor olması ahir zaman alameti değildir. Her devirde hakikati taşımak zor olmuştur. Mezhep imamları, müçtehidler, pirler, kutuplar sıradan insanları çileden çıkaracak sıkıntılar ile hemhal olmuşlar. Allah ile yaşamayı göze almış, kitaptan, hayattan, tabiattan çıkardıkları ayetlerin izini sürmüş hakikate benimsin diyebilmişlerdir. Hakkı hakikati taşımak, zamanın ötesine geçmek adına sırtını kirli tezgâhların alayına dönerek, size de selam diyebilmişlerdir. 
Efendimiz (sav.) “İnsanlar madenler gibidir” buyurmuşlardır. Hakikate sahne olanda, hakikate perde olanda insandır. Her ikisi de Allah’ın kuludur. İnsan kaotik, karmaşık, denklemli anatomik yapıya ve ruha sahiptir. Bir maden cevherini yerin metrelerce altından sökmek ne kadar masraflı, uğraşlı, eziyetli ise insanı tanımakta bundan daha basit değildir. İnsan kişiliği, karakteri ruhunun derinliklerinde isli bir zemindedir. 
Hak davasının karşısında duran insan da rabbin ilahi hikmeti, gizi, sırrı kiminde başlı başına tedrisi, dersi, dershanesidir. Onun ruhunun altındaki maden cevherini bilince getirmek zaman, emek, itina gerektirir. Küfre bile hikmet nazarı ile bakılsa ilmin görüleceği bir tedris sahası olur. İşte hep bu sebeplerden İnsanı tanımak ve birlikte bulunabilmek kıymetli bir iştir. 
İnsan madenler gibidir. Madenlerin kimyasal ve fiziki yapısı ne derece zor değişiyorsa, insan fıtratı da öyle. İnsan fıtratından bir ufak değişiklikler çok uzun zamanlar gerektirir. Bu sebepten birlikte yaşadığımız doğrudan ve dolaylı münasebetler içinde bulunacağımız insanları tanımaya çalışmadan evvel insan-maden analojisini göz ardı etmeden, işe başlamalı, geri durmamalı geri durmanın kaybettireceklerini düşünmelidir. Fitne devrinin, fitnecilerini, fenalıklarını niteliklerini bilebilmek hakikat istikametinin belirlemesi açısından önemlidir. 
Asrısaadette dahi efendimizin yanında bulunup ona ihanet edenlerin bulunduğu, on üçüncü havari ihanetini, tarihte buna benzer hadiseleri düşünmeli. Fitneci yılana, fitnesi, fenalığı ise zehire benzer.  Ve fitnenin hedefinde durmaktan vazgeçmeli.  Ruhumuzu ve şuurumuzu daha fazla zehirletmekten vazgeçiyoruz, vazgeçmeli…