İngiltere’nin hiç umulmayan şehirlerinde bile, Türklerin varlığından söz etmiştik. Türk konsolosluğu ne yapıp etmeli, Türklerle irtibat kurmalı. Onlarla temasa geçmeli. Veya onların kendilerine başvurmalarını sağlamalı. Artık bu basın yoluyla mı olur? Yoksa Radyo ve Televizyonlarda ilân ve duyuru yaptırarak mı olur? Tabii ki bu onların bileceği bir iş.

     Fakat ne olursa olsun,  her Türk vatandaşına ulaşmanın bir çaresine bakmalı. Bir yolunu bulmalı. Onları tanımalı ve bilmeli. Her hususta onların yanında olduğunu kanıtlamalı. Yaptıklarından haberdar olarak, kimî ilmî / bilimsel çalışmalarının Türkiyeye yansımasına çalışmalı. Buna önayak olmalı. Kendisini bu hususlarda sorumlu tutmalı.

     Çünkü nice Türk çocuklarının, Türkiye’yi bilip tanımadan yetiştiklerinin vebal ve günâhı büyük. Türkçeyi / Ana dillerini öğrenmeden yetişmelerinin sorumluluğu ağır. Nice Türk nesil ve kuşaklarının dinden, imandan ve İslâmdan uzak büyümelerinin mes’ûliyetini kim yüklenecek?

X

     Yollar eğer küçük kasabaların içinden geçiyorsa; yol kalabalık ve merkezî yerlerde tek şeride, tek geçişe indirgeniyor. Ta ki iki taraf da yavaşlamak zorunda kalsın. Sırayla geçmek icap etsin. Mahalle aralarında istenmeyen kazalar olmasın.

     Bazı küçük yerleşim yeri olan köy ve kasaba kiliselerinde; sabah kahvesi ikram edildiğinin ilânları var kilise kapılarında. Sohbete çağrı ilânları yapıştırılmış kapılarına. Güzel bir uygulama. Câzip / çekici bir davranış biçimi. Böylece sıcak bir ortamda, samimi bir havada; yöre sâkinleri, hem birbirlerine daha çok yaklaşıyor. Hem de kilise papazıyla daha candan bir temas imkânı bulmuş oluyorlar.

     Ne diyeyim? Darısı, zaten fedakârlıklarına bir diyeceğimiz olmayan bizim kendi din adamlarımızın başına.

     Bahçesinde büyük bir ağaç olan kimse, bu ağaç üzerinde bir tasarrufta bulunmak istiyorsa; önce Belediyeden  izin alması gerekiyor. Önce en yakın bir direğe, bu ağaca -meselâ- “Budanacak!” diye yazılı bir  kağıt yapıştırıyor. Telefon numarasını da not ediyor ki, bir itiraz eden varsa etsin. Buna karşı çıkacak kimse varsa ortaya çıksın diye.

     İşte ancak bundan sonra, yani belli bir zaman bekledikten, bir itiraz / bir karşı çıkış vâki olmadığı anlaşıldıktan sonra, istediğini yapabilir. Evet, bahçeli eve sahip olanlar veya böyle bir evde kiracı olarak oturanlar; bahçelerinin bakım ve düzenini korumak ve bu durumu devam ettirmekle de mükellef ve yükümlü olduklarının bilinci içindeler.

     “Bu benim bahçem kime ne?” Diyemezsiniz! Bir bakıma başkalarının gözlerini kirletmeye kimsenin hakkı yok. Aslında güzel ve yerinde bir anlayış. Velhasıl İngiltere’den örnek olarak alınacak çok şeyler var.

X

     Küçükler dışında merkezde üç tane büyük, iki üç katlı, biri dört katlı kitapçı var. İçlerinde kafe / kahveler de bulunuyor. Raflarında her çeşit kitap, A’dan Z’ye mevcut. Üstelik her konuda. Zaten konularına göre bölümler hazırlamışlar. Kitapları bir güzel guruplandırmışlar. Aradığını rahatça bulabiliyor burada insan. Yorulmadan isteğine kavuşuyor.

     Almadan önce, incelemek için kahve kısmında oturup, çayını veya ne içeceksen onu yudumlayarak kitabın sayfalarını açıp inceliyebiliyorsun. Sonunda alıyor veya almıyorsun. Ayrıca kimi kitap evlerinde, belli yerlere oturup dinleneceğin, alacağın kitapları karıştırabileceğin koltuklar konmuş.

     Bu da ayrı bir kolaylık. Alıcıya verilen değer olarak karşımıza çıkıyor. Oysa Türkiye’de kimi tezgâhtarların -yalandan bile olsa- gülümsemelerine ne kadar muhtacız! 

     Hele bir kısım memurlarımızın -farkında olmadan- asık suratlarından ne denli muztarip olduğumuz herkesin mâlûmudur.

     (16. 04. 2005, Bar Hill, Cambridge – England)