Denizin dalgalar  halinde şırıl şırıl bir gelişi var ki dostlarım sormayın gitsin! Gelen dalgaların kıyılara peş peşe ve dönmemek üzere bir gelişleri var ki, hakikaten orada olmaya değer.

     Nihayet mendireğe kadar gelip, her yeri kapladı. Ta ki sabahleyin tekrar gidişine, çekilişine kadar.

     Burada deniz böyle. Sabah gidiyor, akşam geliyor. Bu halin kendine has, heyecan verici güzel yanları var. 

     Hunsanton şehrinin kıyısı biraz ileride derinleştiği için, oralarda deniz çekilse bile biraz su kalıyor. Yüzmek isteyenler oralara kadar gidip, deniz tabanında oluşan bu gölcüklerde yüzmeye çalışıyorlar. Maalesef yeteri kadar berrak olmayan sularda. Buralarda Türkiyemizin pırıl pırıl parlayan sularını bulmak; ne çare muhal imiş ancak. Belki olur mümkün; yapılırsa şayet Türkiye’ye kaçamak.

     Hunsanton açıklarında turistler için büyük, motorlu mavna şeklinde deniz araçları var. Şehrin kıyılarına paralel olarak bir o yana, bir bu yana halkı kıyının biraz açığında gezdiriyor.

     Gün boyunca sular çekilince gezmek mümkün olmadığı için, mavnanın ön ve arka kısmına ikişer büyük tekerlekler koymuşlar! Sular çekilince mavna tekerlekli bir vasıta / bir araç şeklini alıyor. O şekilde turlarını yapıyor.

     Sular gelince, bu sefer yüzen bir vasıta olarak tabii ki pervaneler devreye giriyor. Böylece mavna, bütün gün deniz çekilmiş olsun olmasın gezi hizmetini aksatmamış oluyor.

     Cambridge’de enteresan bir tespitim de şu oluyor. Daha doğrusu farkına varışım. Bir an için kendimi Türkiye’de sanıyorum. Kulağıma derinden derine Türk müziğini andıran melodiler geliyor.

     Reklam müziklerinde inanın, Klâsik Türk müziğinden esintiler, ilhamlar ve etkilenişler var. Türk müziğinin ruhu okşayan nağmelerinden alıntılar var.

     Demiyorum ki aynen Türk musikisi âşikâre olarak kendini gösteriyor. Fakat çok dikkatli bir kulak veriş; müziğin keyfiyet ve gönül açıcılığından anlaşılıyor ve seziliyor ki Türk müziğinden esinlenmişler. İyi de etmişler. Tabii ve doğal olanı yapmışlar. Bundan ancak gurur duyulur, memnun olunur.

     Nasıl ki yerli yersiz, lüzumlu lüzumsuz bizler onlardan etkileniyoruz. Onların da Türk müziğinin tesirinde kalmasından daha tabii ne olabilir?

     Bu durumu seziş ve farkına varış; bende biraz eskilerde kalan bir mâlûmatımı tedai ettirdi / çağrıştırdı. Onun çağrışımına yol açtı: Aklımda kaldığına göre Londra Türk Büyükelçiliği Hz. Mevlana’nın bir ölüm yıl dönümünde, onu anmak ister.

     Her türlü hazırlıklarını tamamlar. Nasılsa der Londra’da Türk çok; onlardan da neyzen bulur ve ney üfletiriz diye düşünülür. Vakit yaklaşır fakat o kadar Türkün içinde bir neyzen / ney çalacak birini bulamazlar!

     Program yapılmış, tarih belli olmuş; lâkin bulunur sanılan Türk neyzenlerden Londra’da eser yoktur. Elçiliği alır bir telaş. Ne yapalım ne edelim derken; İngiliz neyzenler gelir akıllarına.

     Nâçâr / ister istemez onlara başvurulur. Programda yer almaları sağlanır. Programın aksaması ne hazin ve üzücü olacakken, ancak İngiliz neyzenler sayesinde bu durum önlenmiş olur.

     Bizler geçmişimizi ve tarihî büyüklerimizi unutkanlık gayyasına atarken; yabancıların kıymetlerimize ve ölümsüz ölülerimize nasıl sahip çıktıklarını gördükçe, mahçup olmamak mümkün mü?

     Fakat bir bakıma iyi oluyor! Bizleri kendimize getiriyor. Bizim gerçekten biz olmamız gerektiğini, acı bir şekilde de olsa hatırlatıyor. Ne diyelim, her şeye rağmen vakide / olanda hayır var diyor; kendimize gelmemiz gerektiğine inanıyorum.

X

     Cambridge’de resmî mesai biter bitmez sanki hayat duruyor. Sosyal hayat noktalanıyor. Resmî dairelerin mesailerinin bitmesine paralel olarak; halka ait yerler de genellikle kapanıyor. Herkes evlerine çekiliyor. 17.30’da hayat sakinleşiyor. Sokak ve caddelerde önceki hareketlilik kalmıyor.

     (10. 10. 2003)