İngilizler her yerin reklamını çok güzel yapıyorlar. Her şeyin pazarlamasını çok iyi biliyorlar. Fakat reklamı yapılan yere gidince, insan epeyce hayâl kırıklığına uğruyor.

     Şüphesiz insan büsbütün eli boş dönmüyor. Ama daha fazla şey göreceğini, daha çok şey bulacağını sanırken. Aradığını tam olarak bulamamanın hayal kırıklığına uğruyor! 

     Bu durumu görünce, doğrusu kendi açısından üzülüyor insan. Çünkü bizler güzelim Türkiyemizin her bakımdan farklı güzelliklerini, nefis yiyeceklerini, hoş yerlerini lâyıkı veçhile tanıtamıyor, doğru dürüst reklamını yapamıyor, değerlerimizi tam olarak yazık ki pazarlıyamıyoruz.

     Gerçi kantarın topunu kaçırmayalım. Türk turizminde her şeye rağmen bir canlanma yok değil. Gerek turistik yerlerin kalitesinde, gerek turizmi organize etmekte, çok ciddi yol aldığımız bir gerçek.

     Ama yapılanlarla asla yetinmemek lâzım. Diğer ülkelerle devamlı bir münasebet, sürekli bir yarış halinde olmalıyız.

X

     Cambridge’den çevredeki bir yerleşim merkezine gitmek isteyen bir Türk kadını, Belediye otobüsünün geçiş saatini nasılsa kaçırır. O sırada duraktan geçen ve kadını o halde, telaş içinde gören yaşlı bir İngiliz hanımı, kadını arabasına davet eder.

     “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez.” veya “Hızır gibi yetiştin.” derler ya. İşte o hesap. Kadın bunu bir nimet telâkki eder. Bir centilmenlik sayar. Memnuniyetle teşekkürler ederek arabaya biner.

Fakat binmesiyle beraber, yaşlı hanımın peş peşe gelen soruları karşısında bunalır! Yaşlı hanım der ki: “Ben laf olsun diye otomobilime davet ettim. Arabama bineceğine hiç ihtimal vermedim. Sen benim arabama nasıl emniyet edip de bindin? Nasıl oldu da bana güvendin?” diye arka arkaya sorup durur! Yol boyunca şaşkınlığını dile getirir!

     Tabii yaşlı hanımın bu hali; iyilik ettiğine pişman oluştan değil. İngiltere’de kimsenin kimseye güvenmezliğinden kaynaklanıyor. Başlarına bir şeyler geleceğinden ileri geliyor.

     Kimse kimsenin sözde davetine icabet etmezken, o Türk kadının arabaya binmesi, yaşlı hanımı hayretler içinde bırakıyor. Çünkü şimdiye kadar kimse, sözde de olsa çağrısına kulak asmamıştır.

     Oysa o Türk kadının arabaya binmesi; ihtiyar hanımın sandığı gibi rast gele bir biniş değildir. Yoksa o kadın da, kimsenin arabasına binilmeyeceğini bilmektedir. Fakat yaşlı hanımın aynı yerde oturduğunu bildiğinden ve onu kiliseden çıkarken gördüğünden dolayı; ona güvenip binmiştir.

     Tabii ihtiyar hanım, kadının bu bildiklerinden yani kendisini tanıdığından haberi olmadığı için, rast gele binmiş olduğunu sanır. Bu sebeple hayret eder. Bu yüzden kadını, eve kadar sorgu sual yağmuruna tutar.

     X

     Cambridge’de rastlanan güzel bir manzara, ibret alınacak bir husus: Cambridge’in tarihî sokaklarını gezerken gözüm bir dilenciye takılıyor. “Ee ne var bunda?” diyeceksiniz haklı olarak. Dünyanın her yerinde dilenciler var.

     Evet sevgili okur! Her yerde dilenciye rastlanır şüphesiz. Fakat bu dilencinin farklı bir meziyeti var. Mendilini açmış dilenirken, ne yapıyor dersiniz? Ne mi yapıyor? Kitap okuyor kitap! Evet yanlış okumadınız! Dilenci, yere serdiği mendilin başında kitap okuyordu!

     Emin olun çok şaşırdım! Bir o kadar da takdir ettim. Ve tabii çok duygulandım. Çünkü bizde olsa bu durum -maalesef- ayıplanır! Hattâ yardıma lâyık bile görülmez.

     Ne acı gerçek! İlk emri “Oku!” diyen bir dinin mensupları; okumaktan bu kadar uzak kalmamalıydı. Tabii böyle bir din şuurundan -bir zamanlar, yanlış olarak- mahrum edilenler; dinin en güzel emrinden de ister istemez mahrum kalmış bulunuyorlar!

     Hemen belirteyim ki bizim her şeyimizi Yüce İslâm Dini çekip çeviriyor. Bize en güzel, en doğru ve en iyi yolu o gösteriyor. Ondan uzaklaşış, bizi her şeyden uzaklaştırıyor. 

     Fakat Batı’nın durumu farklı. Onlar muharref, tahrif edilmiş ve bozulmuş olan dinlerinin eksikliklerini başka yollardan telafi etmişler, farklı şekillerde gidermenin yollarını bulmuşlardır.