Oysa Türkiye’de ne resmiyette ne özelde kimseye ne sebeple olursa olsun; ırkı, kavmi, rengi asla sorulmaz. Dini, mezhebi kat’a sual edilmez. Ancak halk, birbirine sorsa sorsa, belki nereli olduğunu sorar.
AB’nin kulakları çınlasın. İşte üyeliğe lâyık görmedikleri Türkiye böyle bir ülke. İşte kendi üyelerinden birinin iç yüzü.
İngiltere’de mektupla veya telefonla resmî çok şeyi halletmek mümkün. Bu büyük bir rahatlık ve kolaylık sağlıyor. Resmî dairelerde olası izdihamı önlüyor. Vatandaşın vakit zayiine fırsat vermiyor. Hem maddî hem manevî yönden vatandaş kazançlı çıkıyor.
Devlet vatandaşın beyanını resmî işlemlerde itirazsız kabul ediyor. Ona inanıyor. Vatandaşına hem güven veriyor hem de ona güveniyor. Ona itimat ediyor.
Bunlar çok güzel şeyler. Vatandaş ise her hususta kendine düşeni yapmakta hiç ihmalkâr davranmıyor.
Velhasıl devletle vatandaş arasında karşılıklı bir güven havası esiyor. İki taraf da üzerine düşeni eksiksiz yapmakta titiz davranıyor. Ne diyelim darısı Türkiyemizin başına.
İngilizlerin “Mezarlık” dışında ayrıca “Crematorium” denen ölüleri yakma yerleri var. Sık sık mezarlıklara rastlamayışımın bir sebebi de bu olsa gerek diye düşünüyorum.
İngiltere’de sık sık yağmur yağdığı, kurumaya fırsat kalmadığı, her yerden su çıktığı, her yerde nehirler olduğu halde; özellikle çatıdan gelen borunun altına konan yağmur sularını toplamak için yapılmış özel bidonlar var.
Bidonlarda toplanan yağmur suları; bahçe ve çiçek sulamalarında kullanılıyor.
Sanki İngilizler, İslâmdaki “İsraf haramdır.” düstûr ve ilkesini bilerek veya bilmeyerek çok iyi tatbik ediyorlar. Şüphesiz takdire şayan bir husus.
Avrupa kıt’asında yayılış gösteren bitki türü sayısı 12 bin iken, tek başına Türkiyedeki bitki türü sayısı 9 bindir.
Üstelik sırf Uludağ, dünyada başka yerde bulunmayan 30 bitki türüne de ev sahipliği yapıyor. (İlhan Basmacı, 29 Temmuz 2003)
Bizde çiçek varlığı bu merkezdeyken; İngilizler gerçekten gıpta edilecek bir durum sergiliyorlar. İngiltere’de istisnasız hemen herkes çiçek düşkünü dense yeridir. Fakat bir de çiçekte çiçeği yaratanı bulsa, bilse; gereken anlayış içine girse diye, insan düşünmeden edemiyor.
Çünkü çiçeklerdeki binbir güzellik, binbir şekil, binbir koku ve çiçeklerin özellikle dikenlerinden oluşan muhafızlarıyla korunması gibi lâtif hususlar vesilesiyle; sebeplerin arkasındaki sebeplerin sebebi olan Müsebbibü’l-Esbâbı yani Allahü Zülcelâl Hazretlerini hatırlamazsa, ona erişmezse; güzelliğin güzelliği kalmıyor. O lâtif hususlar; dilin tesadüf denerek dönen deli dolu girdaplarında gözden kayboluyor. Tesadüf girdabının kara deliğinde mânasızlaşıyor.
Bu bakışsızlık, bu görüşsüzlük ise insanları boşlukta bırakıyor. Yol ağızlarında kararsız kılıyor. Hayatın asıl gayesinden uzak tutuyor. Geçici dünya, insanı tatmin etmediğinden; ebedîlik hissi tam olarak filizlenmediğinden. İnsanın ebedî oluşu lâyıkı veçhile anlaşılıp idrâk edilmediğinden; insanlar -her yerde olduğu gibi- burada da kelimenin gerçek mânasıyla mutlu olamıyorlar.
Nereden gelişi bilmediklerinden, nerede oluşu anlamadıklarından, yolculuğun nereye olduğunu kavrıyamadıklarından ötürü, yüzler tabii gülümseyişi yakalıyamıyor. Diller tabii zikri bulamıyor. Düşünceler tabii rotasına giremiyor. Dolayısıyla akıllar, aradıkları doğal cevaplardan mahrum kaldıkları için insanlar ruhen sağlıklı olamıyorlar. Bu yüzden akıllarından kurtulmak için, akılları geçici de olsa uyuşturan, devreden çıkaran içkilere, uyuşturuculara ve ölçüsüz, ahlâksız ilişkilere düşkün oluyorlar. Hem kendilerini unutmuş, hem ülkelerinin geleceğini karartmış oluyorlar. Çünkü bir ülke ancak sağlam yapılı, sağlam ruhlu nesil ve kuşaklarla yarınlarını güven altına alabilir.
Aksi takdirde ne kendileri rahat ve mutlu olur, ne de ülkenin geleceği emin ellerde bulunur. Bu ulvî manadan yoksun ülke insanları, geleceğin teminatı olmaktan çok uzak düşerler.
(25 Eylül 2003)