İngiltere’de gözlemlediğim bir başka güzel husus da: Yaşlıların üstlerinde elektronik kolye taşımalarıdır. Kalb krizi sırasında, hasta düğmeye basınca, âcil servis hemen geliyor. Gereken tıbbî müdahaleyi çok geç kalmadan hemen yapıyor. Böylece hastaların imdadına tam zamanında yetişmiş oluyor. Tabii bunlar; Türkiye’de görmek istediğimiz, örnek almamız gereken çok güzel şeyler.

     Cambridge’de sakatlar için konmuş otobüs seferleri var. Bazı sakatlar için özel programlar mevcut. Evlerinden teker teker alınıp, otobüsle kendi okullarına getiriliyorlar. Böylece haftanın bir kaç günü kendi okullarında kurs görmüş oluyorlar. Sakatları, haftanın her günü farklı bir faaliyete tâbi tutuyorlar. Yüzme’den tutun da bovling oynamaya kadar. Ayrıca gezi yerlerine seferler düzenleniyor. Tabii akşamleyin okul servis otobüsü onları tekrar evlerine getiriyor.

     Oxford ve Cambridge üniversite şehirleri olduğu gibi, her şehre turist çekecek bir şey yapıyorlar. Mesela İngiltere’nin ortalarında yer alan Hull; tabii güzelliği olmayan bir yer. Endüstri şehri. Her tarafta fabrikalar var. 

     Turistleri buraya çekmek için “The Deep Hull” denen bir Akvaryum yapmışlar. Oldukça büyük bir alana sahip. İnsana gerçek deniz görünümü veriyor. İnsanlar, sırf burayı görmek için buraya gelmek ihtiyacını hissediyorlar. Böylece bu şehir de, bu şekilde turistlerden nasîbini almış oluyor.

     Yine İngiltere’nin Güney-Batı’sında bulunan Cornwall denen bölgede “Aden Projesi” var. Dünyanın en büyük serasını hazırlamışlar. Tabii, doğal imkânları sağlanan sera altında binbir bitki, harika tabiat manzara ve görüntüleri gerçekleştirilmiş. Kendinizi doğal ortamdan farksız ırmak ve çağlayanlar arasında buluyor ve hissediyorsunuz. Bu bölge de ancak bu şekilde, iç dış turist akınına uğramanın yolunu bulmuş.

     İngiltere’de, her iş yerinde çalışanların yaptıkları; senelik durum değerlendirilmesinin ele alındığı güzel bir uygulama var. Sene sonunda çalışanlardan bir durum değerlendirmesi yapmaları isteniyor. Bunun için, her yıl sonunda onlara “App raisal” denen formlar dağıtılıyor. Onlardan bu formları doldurmaları isteniyor.

     Formda kendilerine işlerinden memnun olup olmadıkları soruluyor. İş pozisyonları, işlerinde ilerleme kaydedip kaydetmedikleri soruluyor. Almak istedikleri eğitimler soruluyor. Sonra doldurulan formlar değerlendiriliyor. Buna karşılık iş yeri de başka bir form doldurarak; çalışan hakkındaki düşüncelerini belirtiyor.

     Hangi sahalarda, başka hangi konularda başarılı olduğu yazılıyor. Hangi konularda kendisini daha fazla geliştirmesi gerektiği tesbit edilip, saptanıyor. Ayrıca o kişiden müessese ve kurum olarak, daha neler beklediklerini bir bir sıralıyorlar.

     Böylece çalışanla çalıştıran arasında güzel bir fikir alış verişi yapılmış oluyor. İki taraf da geleceğe tekrar ve yeniden; fakat birbirinden emin bir şekilde, karşılıklı güven içinde adım atmış oluyorlar.

     İngiltere’de iş yeri başvurusunda, okula kayıt yaptırırken, bazı kurslara kayıt olurken; Belediye ile ilgili “Equal opportunities” yani “Eşit Haklar Formu” adı altında bir form doldurtuluyor. Bu formlarda insanlara siyah mı, beyaz mı veya melez mi oldukları soruluyor. Bununla güya istatistikî amaçlar güttüklerini söylüyorlar. Bu husus çok düşündürdü beni.

     AB’ye üye bir ülkede, insanlara bir vesîle ile beyaz mı, siyah mı, sarı mı olduklarının sorulması; doğrusu çok saçma. Bir o kadar da çok gereksiz bir şey.

     İnsanların ellerinde olmayan yaratılışlarından ötürü, âdeta sorguya çekilmeleri ne ayıp şey.

     Bu sorgulama aynı zamanda Allahın yaratma takdirine de, bir bakıma karşı geliş oluyor.

     Türkiye AB’nin yerli yersiz, sayısız baskılarına maruz kalırken; AB üyesi bir ülkede böyle bir uygulama nasıl hoş görülür? Şaşmamak mümkün değil.

     İşte AB’nin Türkiyemize karşı uyguladığı çifte standartlarına somut bir örnek.

     AB’nin anlı şanlı büyük, hatırı sayılır bir ülkesinde; örtülü, dolaylı bir eşitsizlik tavrı sergilenirken; AB’nin sus pus olması ne kadar düşündürücü ve o nisbette ne kadar ibret verici bir husus. (25 Eylül 2003)