İngiltere’de şehirlerde âdeta basacak -daha doğrusu çıplak- toprak yok. Varsa da, sık sık yağan yağmurlar; yerlerin tozlanmasına fırsat vermiyor. Tozdan eser yok! Bu yüzden yapraklar; parlak, diri ve çok canlı kalıyor; pırıl pırıl parlıyor, tertemiz, cilâlı gibi bir görüntü veriyor. Üstlerine bir de güneş vurunca, yaprakların diriliğine, koyu ve canlı yeşilliğine diyecek yok! Nitekim İstanbul’da boyattığım ayakkabılarımın boyası, hâlâ canlılığını koruyor. Boyası, yeni boyanmış gibi duruyor.

     İngiltere’de bazı meyvalar -incir gibi- sayı ile satılıyor. Kimi zaman karpuz; bazı yerlerde dilimle pazarlanıyor. Bu durum karşısında; Türkiye’deki bir arkadaşın Japon eşinin sözlerini hatırladım:

     İstanbul’da yerleşen Japon gelin; ilk defa pazara gittiğinde, yarım yamalak Türkçesiyle, sempatik tavırlarıyla satıcıların ilgi odağı olur. Japon gelin alış verişten dönünce heyecanını daha fazla gizliyemez ve kocasına hitaben:

     “Hiçbir şey sayıyla, tek tek satılmıyor! İstediğim her şeyi; kaç kilo istersem, o kadar alabiliyorum! Türkiye, bolluk bolluk!” diyerek şaşkınlık ve memnuniyetini dile getirir.

     Patates soğan gibi ürünlerin altlarına konan naylonlar; İngiliz bayraklarıyla süslü! Böylece, bu ürünlerin İngiltere topraklarında yetiştiğini gururla göstermiş oluyorlar. Çünkü bu topraklarda yetişen ürün çeşidi çok az.

     Düşünüyorum da bu uygulamayı Türkiye’de yapacak olsak; her şeyi Türk bayrağına sarmak gerekirdi. Pazarlar; Türk bayrağından geçilmez olurdu. Zira pazarlarda satılan meyva ve sebzeler -istisnalar dışında- hep Türkiye’de, kendi ülkemizde yetişen mahsûllerdir.

     Burada okullar; ya kiliselere bağlı. Veya resmî okul. Yahut da özel okul olarak faaliyette bulunuyor.

     Türkiye’de -bilhassa şehirlerde- ilkokullar; birkaç katlıdır. Tek bir kapıdan girip çıkılır. Bu da izdiham ve sıkışıklığa yol açar. İngiltere’de ilkokullar tek katlıdır. Sınıflar arasında bahçeye açılan kapılar var. Her sınıf kendisine yakın olan kapıdan çıkıyor. Böylece izdiham ve sıkışıklığa meydan verilmiyor.

     Çocuklar merdivenlerden düşmek, yuvarlanmak, bir yerlerini kırmak, incitmek gibi tehlikelere mâruz kalmıyorlar.

     Eğitim ve Öğretim -genellikle- okulla sınırlı kalıyor. Dışarı taşmıyor. Yani evde çalışmaya lüzum görülmüyor. Okulda öğrenmek asıl oluyor.

     Bazı okullarda -hikâye kitabı dışında- ev ödevi verilmezken; kimilerinde haftada bir, az miktarda ev ödevi veriliyor.

     Öğrenciler, öğretmeni dinlerken; sınıfın halı serili bölümünde bağdaş kurup oturuyorlar. Yazı yazacakları zaman; masa ve sandalyeli kısma geçiyorlar.

     Okulların bahçesinde; çocukların teneffüslerde oynamaları için -genellikle- tahtadan yapılmış; çocukların tırmanacakları, oynıyacakları âletler var. Âletlerin dipleri ve etrafı yumuşak, elâstiki malzemelerle kaplanmış vaziyette. Şayet çocuk düşecek olursa; bir yerleri incinmesin diye.

     Sene sonunda çocuklara -her sınıfın, her talebesinin katıldığı- çeşitli müsabakalar yaptırılıyor. Hiçbir çocuk yapılan etkinlikler dışında bırakılmıyor. Hepsi onurlandırılıyor. Hepsinin gönlü alınmış oluyor.

     İlk okullarda -bütün uğraşlara rağmen- saç bitinin, saçlarının bitlenmesinin önü alınamıyor! Bu durum başlı başına bir problem olarak velîlerin karşısına çıkıyor! Okul idaresi; sık sık öğrenci velîlerine mektuplar yazarak; bu konuda onları uyarıyor. Tedbir almalarını istiyor.

     Özel okullarda, kız erkek ayrı okuyor. Resmî yani paralı olmıyan okullarda öğrenim; kız erkek karışık olarak yapılıyor.

     Şehir merkezindeki halk kütüphanesinin, her köyde şubesi bulunuyor. Halkın her kesimine hitap ediyor. Ana babaların getirdiği 2 yaşındaki çocuklar bile kütüphanede kitap okuyorlar. Tabii kendileri için hazırlanmış; küçük, az sayıda tahta sayfalı, resimli kitapçıklar. Onların okuması doğal olarak bakmak şeklinde. 

     (20. 07. 2003, Bar Hill - Cambridge)