Hz.Allah (C.C.), biz Hz.Adem zürriyetini temsil eden kullarını yarattığı zaman, yarattığı diğer mahlûkattan ayrı tutmuş ve üstün vasıflarla donanmış olarak yaşadığımız bu fani dünyaya göndermiş!... 
Ancak biz insanlar, Cenab-ı Hakk’ın lütfu ihsanı olan, gayet zengin dağarcığımızı zaman içinde, bir çok dünyevi zenginliklerin cazibesine kaptırarak, kâinatı ve tüm mahlukları yaratan, cümle âlemin yegâne Efendisi’ni adeta unutarak, kendimizi “altına tapınır” bir konuma sokarak; Hz.Allah (C.C.) adeta tamamen unutur bir âleme dalarak, onun girdabında kıvranıp durmaktayız!... 
Cenab-ı Hak, inananların her daim sahibi olmuş ve korumuştur. Dolayısıyla inananlara saygı ve sevgi duymak, biz nâçiz kulların asli görevidir denebilir!... 
Bu satırları niçin yazıyorum? Şunun için yazıyorum; Bizler yanî Türkiye insanları, müslim gayr-ı müslim bir bütün olarak asıl benliklerimizi yitirdik ve aramızdan her türlü mahlükat çıkabilmektedir... 
Okula giden kız çocuklarını bir şekilde kaçırmaya kalkanlar, öz evlâdını doğurduktan sonra, çöplüklere atanlar, öğretmenlerini dövenler, üç kuruş için cinayet işleyenler, yürüyüş yapmak isteyen şu veya bu grubun yolunu kesen görevli polis kardeşlerimize molotof kokteyleriyle saldıranlar, şehirlerimizin ana caddelerinin adeta savaş meydanına dönmesi... Ana-muhalefet Partisi Başkanı ve diğer muhalefet partilerin başkanlarının, fütursuzca Sayın Başbakan’a çok ağır yakıştırmalarla adeta saldırmaları... Sözde demokrasi adına, nice iğrenç saldırılara hedef olan İktidar Partisi ve bilhassa Başbakan Sayın Tayyip Erdoğan’ı yerden yere vuran bir kinle saldırarak, pek seviyesiz bir muhalefet tablosu sergilemeleri... Yine, demokrasi adına yazılı ve görüntülü medyamızın ekseriyeti tarafından olayları saptırarak milletimizin yanlışa yöneltilmesine çalışmaları... Sokaktaki adamın surat bir karış yürürken, korkunç bir hırsın tezahürünü sergilemesi, sevgi ve saygının adeta yoklara karışmış olması ve daha nelerin zuhuru, bizleri bir türlü kendimize getirememekte ve aklı başında bir çoğumuzu bu durum karşısında hayret ve dehşet içinde şöyle düşünmesine vesile olmaktadır: (Acaba Devletimizi yitirmiş miyiz?...) 
Evet, Hükümetimizi demiyoruz! Acaba Devletimizi yitirmiş miyiz?... diye düşündürmektedir?.. Ne gariptir ki, sevgili ülkemizi hep birlikte bu hale getirmiş olduğumuzu bir türlü görmek istememekte; “Maganda, sadist ve sapık” iddiaları ile kendimizi bu müsübetin dışında tutmaya çalışırken; içkili araba kullanıp feci kazalara sebep olanlara da: (Trafik Canavarı) yakıştırmasıyla geçiştirmeye çalışmaktayız!... 
Bütün bu karabasanların tek bir cevabı vardır: “Bizler Hz.Allah C.C.” yolundan uzaklaşarak, “altın buzağa” tapınmaya başladıktan sonra, bu hallerle karşılaşmış ve çaresiz kalmış durumdayız!... 
İlk şu cinsi sapıkları ele alalım. Eskiden böylesi iğrenç olaylar binde bir de değil, yüz binde bir ancak zuhur eder ve o da büyük bir olay sayılırdı... 
Peki bu durum nasıl oldu da birden bire günlük hadiseler arasında yer almaya başladı?... Bu durumu bilmek için münecim olmaya hiç de lüzum yoktur ve durum şudur: (Kız çocuklarımızın, çocukluk kıyafetlerini kaldırarak onun yerine yetişkin kızlarımızın giydikleri entari veya başka kıyafetlerin aynen küçüklerini imal ederek küçük kızlarımıza da aynı kıyafeti giydirmeye başlamamızdan ve de TV’de ekranlardan hiç ayrılmayan “Okul Dizileri” ile Türk ailesini hiçbir şekilde temsil etmeyen TV dizilerindeki entrikalı, ihanetli ve muhtelif iblisliklerle yoğrulmuş lüks ikametgahlarda geçen tiksindirici aile hayatlarının, pek parlak reklamlarla seyircimize sunulması vs.)
TV’nin okul dizilerinde özellikle lise çağındaki talebelerimizin okul değil, “seksi” yaşantılarının sergilenmesi, çoğu kez erken gelişmiş körpecik vücutların dar ve mini etekle tehşirleri.. Ve bütün bunların daha cazip hale gelebilmesi için aynı tür ABD filmlerinin de ekranlara getirilmesi vs. Bizim aile hayatımızı temelden sarsmış ve hâlâ sarsmakta berdevamdır... 
Bilindiği gibi son senelerde büyük şehirlerimize Anadolu göçlerinin yoğun oluşu ve şehir varoşları ile şehrin içinde ikamet eden bu taşralı insanlarımızın hiç bilmedikleri bir dünyanın kendilerini karşılaması ki, bilhassa İstanbul bu karmaşanın birinci derecede kurbanı olmaktadır... Bardağı taşıran son damla olmaktadır...
Daha evvel de yazmıştım bizim değil taşra insanı, şehir insanımızın dahi aile hayatı içinde “seksi açıdan” özel bir yaşantı sergilememiş ve hâlâ aynı tutumunu devam ettirmektedir. Erkeklerimiz, refikalarının vücutlarını tam olarak görebilmiş değildir... Plaj kıyafeti haricinde refikasını kısmen çıplak göremez. Kaldı ki, gördüğünü farz edin, ona kur yapamaz, çünkü inançları buna manidir. İçlerinde “seks hayatıyla” tanışmış olanları varsa, bunun evi ile alâkası yoktur ve dışarıda tanıştığı veya para mukabili birlikte olduğu randevu evi kadınlarıyla olmuştur ki, bu durum da nadir kimselerin yaşayabilmiş olduğu münasebetlerdir. Erkeğin kendi helalliği onun şeref ve haysiyetidir ve onun öyle bildiğinden, daha ziyade çocuk istekleri olduğu zaman birleşirler ki, her iki taraf da asla cinsi doyuma zevkle erişemez. 
Taşralı insanımız ise daha da karmaşık hislerin kurbanıdır. Ve de seks hayatı onun açısından karmaşık bir günah dünyasıdır veselam... 
Şimdi bu insanlarımız İstanbul ve diğer büyük şehirlerimizde yaşamaktadır ve körpecik kızlarımızın yarı çıplak halleri onları adeta çileden çıkarmakta ve daha sonra böylesi durumlar zuhur etmektedir... 
Aynı durum erkek öğretmenlerimizin bazılarında da mevcut olduğundan, zaman zaman bazı müessif durumlar zuhur edebilmektedir... 
Tek kelime ile, 1950’lerde ülkemizde kısmi hâkimiyet kurabilen ABD zaman içinde sözde ABD kültürüdür diye bizleri kendi dünyamızın dışına itmiş ve bu durum dini açıdan da bizleri sakat inançlara sürüklemeye başlamıştır. Bu durum, ülkemizin azınlık unsurlarında da aynı yozlaşmalar baş göstermiş ve günümüzdeki sözde Hıristiyanlar Cemaatlerini yozlaştırmışlardır... 
Sözde Hıristiyanlar denmesinin başlıca sebebi; “Hıristiyanlığı bilmeden kendi düşüncelerine göre Hıristiyanlar oluşudur...” Ülkemizde Türkiye Hıristiyanları dendiği zaman: “Rum, Ermeni ve Süryaniler” ele alındığında, Rumlar zaten yok denecek kadar az, Ermeniler ise ekseriyetinin taşralı oluşuyla, Ermeni Kilisesi’nin adetlerini bilmekten yoksun olduğundan, kendine göre bir kilise hayatı sürdürmektedir ki, bu yeterli değildir. Süryanilere gelince. Onlar Türkiye’deki yegane Hıristiyanlardır diyebiliriz. Ancak, daha ne kadar dinlerine böylesine bağlı kalabilirler? Bunu bizlere zaman gösterecektir!... 
Ülkemiz insanının mezhep mücadelelerine girişmesi, artı “Yehovacılar”, “Ataistler”, siyasi inanç açısından kutuplaşmalar vs. Türkiyemizin “millî açıdan” çok şey yitirdiğini görebilmek için ille de münecim olmaya lüzum yoktur!... 
1940’lı yıllardan itibaren “Sinema kanalı ile” ülkemize sızan ve bilahare kademeli şekilde bizleri kendisine bağlayan ABD, 1965’lerden itibaren fiili icraatlarla bizleri adeta “gönüllü kölesi” haline sokarak, ülkemiz içindeki “Birlik Beraberlik” ilkesini temelden sarsmıştır... 
“Lezbiyenliği Homoluğu” adeta birer normal hallermiş gibi gösterilerek, cemiyet yapımızı temelden sarsıcı unsurlara, ardına kadar kapı açtık ve böylece cemiyetimizin yozlaşmasında birinci derecede rol oynadık... 
Sizin anlayacağınız kendi kuyumuzu kendimiz kazdık ve insanlarımızı kendi ellerimizle, yabancı kültürlerin kölesi durumuna getirdik... Bütün bu anormallikleri tabii imiş gibi hemen herkesin benimsemesini sükutla karşılık vererek hemen her zehirli akımı sessizce karşılayıp, yayılmasına seyirci kaldık!.. 
Şimdi şu suali sormak isterim; Bilhassa Ana-muhalefet Parti Başkanı ve diğer muhalefet partilerin Başkanlarına: “Demokrasi demek, iktidar partisini devamlı tenkitlere maruz bırakmak mı demektir?...” 
Türkiye sıradan bir Devlet olmadığına göre, Parlamentosunun iç meselelerde top yekün birlik ve beraberlik içinde hareket etmesi lâzım gelmez mi!... 
Sırf bu husus dahi, ülkemizin ne yaman kumpaslar içinde olduğunu açıkça göstermektedir!... 
1965-1970 arası Türkiye’sinin bir panoramasını resmedecek olursak, günümüzde ne yaman tehlikeler içinde yaşadığımızı açıklıkla görebiliriz!... Meselâ Ana-muhalefet Partisi Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’nun, Sayın Başbakanımız Tayyip Erdoğan’a ne yaman bir hırsla tenkit ederken, açıkça saldırdığını TV’lerden izlediğimiz zaman, İktidar Partisi’nin Başkanı ile birlikte, ülkemizi soyup soğana çevirdiklerini düşünebilirsiniz!... Zira, Sayın Kılıçdaroğlu’nun nasıl bir hırsla iktidara ve daha doğrusu, Başbakan’a tenkit değil, saldırı ile mukabele ettiğini görebiliriz!... 
Muhalefetteki ikinci siyasî kuruluş olan MHP’nin de aynen CHP tarzında iktidara yüklendiğini görmekteyiz!.. 
Ülkemizi yangın yerine çevirmek isteyen bir zihniyetin veya bir gizli kuruluşun menfi icraatlarına istemeden ortak koşan mezkûr muhalefet partilerimizin Türkiye’nin böylesi bir tehlike ile karşı karşıya kaldığını göremeyecek kadar basiretsizleşmeleri, ülkemiz için ayrıca büyük bir talihsizlik olmuştur. 
Yukarıdaki satırlarda tarihlerini geçtiğim yıllarda, “Hipi veya Çiçek Çocuğu” gibi sıfatlarla ülkemize gelen yabancıların tümü de Batı dünyasının bizlere gönderdikleri birer casus ve birer mikrop taşıyıcılardı... Bunların çoğunluğu tarihi Sultan-Ahmed semtinde ikamet etmekte ve şu eksantrik sloganla hareket etmekteydiler: (Savaşma, aşk yap). 
Mezkûr yıllarda kalemimi uşak etmediğim ve de Ermeni asıllı olduğum için bazı sivri akıllıların kışkırtmalarıyla, işsiz bırakılmış; Ülkemizin nezih kalemlerinden ve dava insanı, Sayın “Mehmed Şevket Eygi” Bey, kendilerine ait gazetelerinde bendenize yer vermişler ve böylece uzun zaman sayelerinde ekmeğe muhtaç olmaktan kurtulmuştum. Keza, o yıllarda “Bab-ı âli’de SABAH” adlı gazetenin sahibi ve yöneticileri de bendenize gazetelerinde sütun bahşederek, maddi-manevi yardımlarını esirgememişlerdi. Dolayısıyla Sayın Mehmed Şevket Eygi, Mustafa Cerit Bey gibi değerlere alenen teşekkürü bir borç bilir ve böylece kendilerini her daim hayır dualarımla anarım efendim. Zira bu değerli insanlar, ileriki yıllarda bütün eserleri, İç İşleri ve Kültür Bakanlıkları tarafından bütün okul ve Devlet kütüphânelerine tevsiye edilen bir yazara sahip çıkmışlardı!... 
Bu satırları niçin yazdım? Onu da arz edeyim; Sadece Türk kavimi mensubu olmasından gayrı ki, bu durum insanın elinde değildir ve her kavimden de olabilme gerçeği en açık misaldir. Fakat, herhangi bir milletin asli mensubu olabilmemiz ise, kendi elimizdedir. Hâl böyle iken, gece gündüz Türklüğü ile öğünen ve bunun haricinde hemen hiçbir zaman ülkesine bir faydası dokunmamış olan bazı demiyorum <bir çok serdengeçtinin> günümüzde dahi ahkâm keserek, rastgeleni dilediği şekilde lekelemeye kalkmalarına karşı, mücadele vermeye yeminli oluşumdandır! 
Şu husus artık kesinlikle bilinmelidir ki, Türkiye’de zuhur eden muhtelif menfi hadiseler karşısında bizler de vatani görevimizi hayatımız pahasına yapıp hiçbir ülke insanımızdan geri kalmayacağımıza emin olunmalıdır!... 
Bu aziz vatan cümle vatandaşlarımızındır. Herhangi bir ırk mensubu, diğeri üzerinde tahakkümde bulunamaz! Bulunduğu taktirde, “Demokrasi” yoktur denecektir ki, aslı da budur. 
Türkiye’ye hâkim olan zihniyetin temelinde İttihatçılık yatar! İttihatçılar dünlerde olduğu gibi uzantılarıyla günümüzde de “Irkçılık propagandasına” evet dedirtmeye çalışmaktadırlar. 
Ve öyle sanıyorum ki, bizdeki bu vurdum duymazlık kaldığı müddetçe, onlar her daim başta olacak ve bu canım ülkemiz bölük, pörçük duruma düşecektir. Bizden hatırlatması!... 
Saygıdeğer okuyucularım, yeni bir makalemde buluşabilmek umudu ile, cümlenize hayırlı yarınlar diliyorum efendim.
Saygılarımla.