İLESAM Sinemayı konuştu

Abone Ol
İLESAM, İstanbul’da Gülhane Parkı girişindeki Alay Köşkü’nde, bugünkü adıyla Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müzesi ve Kütüphanesi’nde 2013 yılı faaliyetleri ayda bir defa olmak üzere sürdürüyor. 16 Mart Cumartesi Günü gerçekleştirilen Sinema söyleşisinin oturumunun başkanlığını her zaman olduğu gibi gazeteci Recep Arslan yaptı.. Fatih Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Fuat İnci, Yücel Çakmaklı merkezli Milli Sinemayı anlattı. Bilindiği gibi Fuat İnci İletişim Fakültesi mezunudur ve yüksek lisans tezi de Yücel Çakmaklı ve Milli Sinema adını taşıyor. Fuat İnci tezini neden 8 yılda tamamladığının hikayesini anlatırken Yücel Çakmaklı’ya karşı bilindik sinema camiasının zenci muamelesi uyguladığını  da dile getirdi. Çünki onun tezi bile Yüecel Çakmaklı’yı övecek bir cümle barındırdığında defalarca reddedildi.
Sinema, tiyatro oyuncusu ve seslendirme sanatçısı Yaşar Karakulak sinemayı icraatın içinden anlatırken iman sahibi olduğunu ileri süren insanların bir yere kadar direnebildiğini, bir yerden sonra sanki hiçbir inancın sahibi değillermiş gibi davrandıklarının altını çizerek insanlarımıza sinema eğitimi verilirken, iman ve ahlak, samimiyet ve dürüstlük eğitimi de verilmesinin zorunluluğunu ifade etti. Bu alanda Karakulak,  İLESAM’ın böyle zorlu bir işin altına girmesini de istedi.
Üçüncü konuşmacı İbrahim Kalkan da bir sinema ve tiyatro oyuncusuydu. O da sinema ve tiyatro alanındaki esnafın son derece inançsız, milletin değerlerinden uzak yaşayan bir kitle olduğunu belirtti. İbrahim bey kendi alanında yaptığı tüm çalışmalar sırasında karşılaştığı ‘düşman kavi, talih zebun’ olduğu için kendi adına başarısız olduğunu söylemek zorunda kaldı. İbrahim Kalkan da karakulak gibi iman sahibi insanların imanlarında çok da samimi olmadıklarının misallerini verdi. Milli sinema, dini sinema yaptığını iddia edenlerin de yollarına sağlam bir dirayetle yürümediklerini esefle anlattı.
İLESAM İstanbul Şubesi Başkanı Cafer Vayni kapanış konuşmasında İLESAM’ın belki bir üniversite ile birlikte sinema, iman, ahlak, samimiyet ve dürüstlük eğitimine ön ayak olabileceğini ümit ettiğini ifade etti.
Sinema dünyada başladıktan 20 yıl sonra Türkiye’de başlamış bir olay. Sinema ile tanıştığımızda yazlık ve kışlık olarak kapalı ve açık sinemalar vardı. Edebiyat eserlerimizde yazlık sinemalar sanırım kışlık sinemalardan daha fazla yer almıştır. Orada içilen gazozlar, yenilen kuru yemişler, toplumun yaptırımından uzak buluşmalar, karşı cinsin ten sıcaklığıyla ilk tanışmalar hep o sinema salonlarında olmuştur. Gösterilen filmler belki daha ilk birkaç yılda sessiz gösteriliyordu. Ardından en büyük müttefikimiz ABD sineması, eski dostumuz Alman sineması ve daha öncesinde Avrupa dediğimizde tek ülke Fıransız sineması Türkiye’de salonlarda gösterime giriyordu. Buna özenen Türk sinemacıları da kimisi Batı’da eğitim görerek, kimisi usta çırak ilişkisi içinde öğrendiği bu yeni mesleği icra etmeye koyuldular. Yıllarca sinemalarda yerli film gösterenler ve yabancı film gösterenler ayrıcalığı yaşandı.
Türk filmlerinin belli bir çerçevesi oluştu. Bir erkek, bir kadın, ikisi de genç, yakışıklı ve güzel olmak zorundaydı. Bu iki kişinin birbirini sevmesi, evlenmek için engelleri aşmaları gerekirdi. Baş erkek oyuncuya esas oğlan, baş kadın oyuncuya da esas kız denirdi. Bazen erkek zengin, kız fakir, bazen da kız zengin ve şımarık, oğlan fakir ve faziletli biri oluverirdi. Fıransız etkisiyle  filmlerin sonunda iki seven tüm engelleri bertaraf ederek evlenirler, kavuşurlar, birbirlerine sarılırlardı. Bu engellerin aşılması sırasında çekilen acılar, izleyenlerin sinemalardan ağlamış ama mutlu sonla tebessüm ederek çıkmalarını sağlardı.
Esas oğlanın yanında mutlaka bir arkadaşı olur, arkadaşının amacına ulaşması için hiçbir fedakarlıktan kaçınmaz, kavgalara girer, cinayetler işler, gerekirse hapislerde yatar, ama yine de arkadaşı esas oğlanın sevdiğine kavuşmasını sağlardı. Eline ne geçerdi bilmem.
Bir de esas kızın nedimeleri olurdu, kız kardeşleri, teyze, dayı, hala amca kızları.  Esas kız ile esas oğlanın çoğu defa ne iş yaptıkları bile anlaşılmaz, her defasında her iki tarafın da ailesi olmazdı. İki tarafın da aile bireyleri olduğu gibi, bir tarafın aile bireyleri olup bir tarafın olmayabilirdi. Çok oyuncu çok masraf diye olmalı. Esas oğlan ve esas kızın amaçlarını engelleyen kişinin, oyuncunun sıfatı silik, onun yardımcılarının adı da siliğin arkadaşları, siliğin adamlarıdır.Kötü adam yani silik, esas kızın amca, dayı, hala, teyze oğlu olması kuvvetli bir seçenektir.
Yerli sinemanın konusu ve çerçevesi böylesine belirgin olunca yabancı sinema kültürlü çevrelerce bir farklılık telakkisiyle tercih edilir oldu. Yerli sinema avam tabakasının bir eğlencesiyken, yabancı sinema seçkinlerin bir eğlencesi haline geldi. Ülkede sınıf farkı üretmek, sonra da bu sınıfları birbiriyle savaştırmak isteyenler için önemli bir alet oldu sinema.
Seçkinlerin Türk sinemasını, Türk filmlerini yerden yere vurmasının sebebi, onun asla değeriyle ilgili değildir. Yabancı sinemayı yüceltmek ve kendilerinin ne kadar önemli insanlar olduklarını ortaya koymaktır.
Yerli sinema ülkede okur yazarlık oranı arttıkça ilgi göremez hale geldi. Bunun için çareler arandı, mendil gerektiren filmlere ağırlık verildi, ardından şarkıcı, türkücü oyuncular dönemi başladı. Sonunda da milletin en kutsalı cinsellik kalesine doğrudan hücum başlatıldı ve bir odada, yarım saatte, iki kişiyle çevrilen masrafsız, ama herkesi, sonucu belli olduğu halde, beyaz perdeye kilitleyen filmler yapıldı.
Tam Türk sineması bitmişken Birezilya dizileri, ABD dizileriyle tanışıldı. Artık tek hikaye değil, iç içe yüzlerce hikayeden oluşan bir sinemacılık başlamıştı. Çok geçmedi, benzer yerli diziler ve filmler yapılmaya başladı. Zaten ideolojik sinema da başka türlü olamazdı. Bu arada Marksist felsefe sahipleri sinemayı ele geçirmişlerdi. Cılız bir ses olarak Halit Refiğ, Metin Erksan, ve onların yanında yetişen Yücel Çakmaklı farklı filmler yaparak, farklı sesler çıkarmaya başladılar.
İşte Fuat İnci’nin tezi de tam burada önem kazanıyor. Farklı ses çıkarmak isteyen hele hele İslam adına ses çıkarmak isteyen Yücel Çakmaklı’nın karşılaştığı kötü muamele bu tezde yerini buluyor.
Evet bugün yerli dizilerimiz izleniyor, başka ülkelerde Pazar buluyor, iyi oyuncularımız var. Kimileri kimi sebeplerle ödüller de alıyorlar. Dizi oyuncuları tirilyon liralar kazanıyor. Magazin gazetecileri onların günlük hayatındaki aşırılıklarını, taşkınlıklarını, şımarıklıklarını, toplumun değerlerini hiçe sayan davranış biçimlerini allayıp pullayarak topluma öykünme kitlesi olarak gösteriyorlar.
Ama
Dizilerimizde, filmlerimizde, tiyatro yani sahne temsil eserlerimizde bir eksik var. Hayatın her alanı işlenen bu film ve oyunlarda inanç yok. Din yok. Bizim sinemamızda, sahne temsil eserlerimizde oynayan insanlar herhangi bir dine inanmazlar.
Sinemamızın, sahne temsil eserlerimizin genel kimliği inançsız insanlardır. Şimdi soralım milli sinema diyenler, beyaz sinema diyenler, dini sinema diyenler çabalarınız hangi neticeyi verdi?