Çoğumuz bilir ki biri Nasrettin Hoca ve Timur’la ilgili, ikincisi Gazali’nin görme özürlüler üzerinde yapmış olduğu bir deneyle ilgili iki fil hikâyesi anlatılır.
Hikâye bu ya, Nasrettin Hoca köylerine verilen filleri besleyemeyince, bunların kendilerinden alınması için birçok insanı arkasına alarak Timur’un makamına çıkmak ister. Ancak yolun başlarında kendisini destekleyen insanlardan Timur’un makamına ulaştığında arkasında kimsenin kalmadığını görür. Bu duruma çok öfkelenen Hoca, ilgili makama “Efendim bizim köylüler filleri çok sevdi. Birkaç fil daha köyümüze gönderebilir misiniz” der.
İkinci hikâyede anlatılır ki, bir tefekkür adamı ve âlim olan Gazali bir araya getirdiği birkaç âmâya ortada duran filin değişik yerlerine dokunmalarını ister. Bunlara, dokunduklarının neye benzediği sorulduğunda, her birinin verdiği cevap farklıdır. Bazısı dokundukları şeyin hortuma benzediğini, bazısı duvara, kimi sütuna, kimi de yelpazeye benzediğini söyler.
Üçüncü hikâyemizin adı cenazeleri bacadan çıkarma hikâyesidir…
Hikâye bu ya, memleketin birinde seçim öncesi adaylar geziler düzenliyor, meydanlarda halka konuşmalar yapıyormuş. Her adaydan bol bol vaatler, insanları umutlandıracak projeler art arda gelirken içlerinden biri halkı şaşırtacak bir vaatte bulunuyormuş. Bu zat konuşmalarında “Beni ve benim görüşümü iktidara getirirseniz sizlerin cenazelerini bacadan çıkartacağım” diyormuş.
Dinleyenler bu duruma önce şaşırmış, sonra gülmüşler. “Bunda bir hikmet var” düşüncesi halk arasında yayılmış. Aralarında konuşmuşlar, tartışmışlar oylarını bu görüşten yana kullanmışlar.
İktidara gelen bu anlayış ilk icraatını da söz verdikleri gibi cenazeleri bacalardan çıkartmaya başlayarak sergilemişler. Gel zaman, git zaman bu uygulama artık halkın gırtlağına kadar dayanmış. Şikâyetler ayyuka çıkmaya başlamış. Neticede iktidara kadar ulaşmış… İlgi makamdan verilen cevap gayet manidardır: “Ne diye şikâyet edip durursunuz? Biz seçim öncesi vaatlerimizde böyle böyle demedik mi? İşte sözümüzü yerine getiriyoruz” demişler.
Konumuz elbette bu bilinen hikâyeleri tekrar etmek değildir. Kıssadan hisse misali hatırlatmaya çalıştık o kadar. Öküzün altında buzağı aramaya da gerek yok elbette… Mesele hikâyelerde verilmek istenen, kavratılmak istenen mesajları anlayabilmek ve olaylara, karşılaşılan problemlere bu doğrultuda da bakabilmeyi hatırlatmaktır.
Ülkemizin son yıllarda içinde bulunduğu durum ve son haftalarda acıların yoğunlaşmasına dikkat çekilmesi ve de “milli birlik” davranışlarının sergilenmesi özlenen, arzu edilen yansımalardır. Ancak bu anlayışın “saman alevi” gibi olmamasına da dikkat etmek gerekir. Çünkü “milli birlik” ruhunun aşındırılması da sosyal yapımızdaki rahatsızlıkları artırabilir. Yani öyle bir zaman gelir ki geriye dönüp baktığımızda arkamızda kimseleri görmeyebiliriz. Bunun için de her şeyden önce “kendimize güvenerek” yola çıkmamızda her zaman fayda vardır.
İkincisi olaylara, yazılan senaryolara, oynanan oyunlara, uygulanmak istenen projelere parça parça değil, sadece bizlere gösterilen yönleriyle hiç değil, bir bütün olarak bakılması bizi gerçeklere daha çok yaklaştırabilecektir. Tarihin tekerrür etmesini istemiyorsak, tarihtekileri ve tarihi “bütün” bir zaviyeden okumamız gerekir. Lütfen yüz yıl önceki bize bakışla, şimdi yani yüz yıl sonraki hangi bakışlarda zerre kadar bir değişiklik var? Hala bunu fark edemiyorsak bizim âmâlardan ne farkımız olacak?
Üçüncüsüne gelince… Söylenenleri, vaatleri sırtımızla değil kulaklarımızla dinlememiz ve vaatlerin altındaki ince mesajları çok iyi anlamamızla ilgili. Yoksa adama “Buyurun cenaze namazına” dendiğinde şaşırmamızın pek anlamı da, gereği de olmayacaktır.