21 Aralık dediler, alamet dediler, mayalar dediler… Öyle ya da böyle bir şekilde bir ‘son’dan bahsedip durdular. Doğru, son var tabi; ama bu son kime, neye göre son... Ya da bu ‘son’ yeni bir başlangıç mı yüreklerin en derininde?
Bir zamanlar bir aşık varmış, maşuğuna öyle yangınmış ki, yangınının dumanından boğulmuş son’unda. Bu ‘son’ demiş maşuk, artık kimse sevmesin beni, yanmasın aşkımdan..
Bir zamanlar bir rüzgar varmış, gitmek istermiş en uzak diyarlara. Gördüğü ‘son’ yermiş rüzgarın, bu kimsenin bilmediği uzak diyar...
Bir adam varmış zamanın birinde, çok severmiş şarabı, öleceksin demişler, ‘son’ kere içeyim demiş..
Bir ana varmış bir zamanlar, oğlu ölmek üzereymiş, “son” kez göreyim onu demiş.
İşte böyle bir şey “son”. En karmaşık durumlarda, en son-uçsuz olaylarda, en berbat yanımızda, en ansız zamanımızda 3 harfe sığdırılmış o son-suz kelime... Tek bir hece... Yani asıl son içimizde, asıl kıyamet yüreğimizde, taşlaşmış kalbimizde. İnsana insan gibi bakamayan gözlerimizde. Sonsuz olanın bile affettiği evrende, affetmeyi bilmeyişimizde. Her düştüğümüzde kalkmaya üşendiğimizde. İçimizdeki kıyameti görmeyişimizde.
Artık uyanma zamanı hayata, bahşedilene şükretme zamanı, ekini hasat etme zamanı belki. Kısaca ‘yaşamak’ zamanı. Her sonda yeniden başlama, hayata inat kahkaha atma zamanı. Şimdi elini kalbine koy ve düşün, başta mısın sonda mı...