İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL İNAL VE ESERLERİ – 21

Abone Ol

Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine 

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>

HAKKINDA YAZILANLAR- 3

MÛSİKÎ AKŞAMLARI - 1

Prof. Dr. ALÂEDDİN YAVAŞÇA

Pîrimiz, üstadımız İbnülemin Mahmud Kemal'in aziz hâtırasını saygıyla selâmlıyorum. Altı yüz yıl boyunca edebiyatta, mûsikîde, mîmârîde, dilde, dinde, âile yapısında; minyatür, ebrû, tezhip gibi ince sanatlarda, çinicilikte, devlet teşkilatında velhâsıl kültürün her dalında büyük bir zenginlik taşıyan Osmanlı Cihan Devleti’nin kültür hazînesinin son temsilcilerinin başında İbnülemin Mahmud Kemal'i görmekteyiz. Ali Emîrî Efendi, Necmeddin Molla, Haydar Molla gibi değerler de yirminci yüzyıla ulaşmışlarsa da İbnülemin kadar toplumun her katında anlaşılamamışlardı. O kültürde Fuzûlîler, Bâkîler, Nedimler, Nef'îler, Nâbîler, Nâilîler, Şeyh Galipler şâir olarak yetişmişler; bu şâirler Hâfız Post, Itrî, Ebû Bekir Ağa, Tab'î Mustafa Efendi, Hacı Sâdullah Ağa, Şâkir Ağa, Küçük Mehmed Ağa, Dede Efendi, Üçüncü Selim, Tanbûrî İzak, Vardakosta Ahmed Ağa ve benzeri büyük bestekârları şiirleriyle donatmışlardır. Ayrıca yazdıkları gazeller, hep bu büyük bestekârlar tarafından bestelenmiştir.

Bu saydığım kişiler, klasik Türk mûsikîmizin muharriki olmuşlardır. Bugün ise tüfek icad oldu, mertlik bozuldu! Serbest şiir çıktı, şâir bozuldu. Arı Türkçe bu ahvale tüy diker oldu. Yakınmayı bırakıp konumuza dönelim:

Lise ve Üniversite talebelerinden, Üniversite hocalarına ve devletin önemli şahsiyetlerine varıncaya kadar her kesimden insanlarla ilişki kurabilen ve onları cezbedip şahsiyetine bağlayabilecek vasfı, İbnülemin, şahsında taşıyordu. Âlimdi, fâzıldı, şâirdi. Devletin önemli görevlerinde bulunmuş, Osmanlı kültürünün her dalının dile getirildiği meclislerde yer almış, yaşadığı her günü değerlendirerek farklı bir estetik yapıya erişmiştir. İşte bu İbnülemin Mahmud İnal; hocaların, gençlerin ve meclisine devam edebilme şansına sâhip olabilenlerin mürşidi olmuştur.

Bakınız zamanın şâiri Hammâmîzâde İhsan Bey, Üstad'ın saydığımız yönlerini bir kıt'a ile nasıl dile getiriyor:

Âb-ı rûy-i fuzalâ Hazreti Mahmud Kemal

Sâhib-i hikmete atmış yine bir dürr-i semin

Ne Kemalin gibi Mahmud u mükemmel bulunur  

Ne de İhsan gibi bir şâir-i Hassan âyin

Türkçeleştirelim:

Erdemlilerin yüzünün suyu Mahmud Kemal Hazretleri hikmet ve ilim sâhiplerine yine kıymetli bir inci atmış. Ne olgunluğu gibi övülmeye değer mükemmellik bulunur. (Ama biraz da kendine yontuyor.) Ne de İhsan gibi güzellikleri dile getiren bir şâir.

Kendine has özelliklerini Süleyman Nazif-Yahya Kemal Beyatlı ikilisi bir beyti kucaklayan mısrâlarıyla ne güzel ifâde etmişler:

Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine

Hezâr gıbda o devr-i kadîm efendisine

Biliyorsunuz ‘hezar’ bin, ‘gıbda’ da imrenmek demektir.

İçinde hem tevâzu (alçak gönüllülük) hem de gurur taşıyan bu beyit, Efendi Hazretleri'nin ruh hâletini sergilemektedir.

………….

İbnülemin Mahmud Kemal, mahfûzâtını (ezberindeki bilgileri) hiçbir zaman saklamamıştır. Özel sohbetlerinde sırası geldikçe târihe, edebiyâta ve mûsikîye âit hâtıralarını, bilgilerini ihvâna anlatmaktan zevk duyar, hatta yaşanan zamanın aksaklıklarını kendine has nükteleriyle hicvederdi. Meclisi âdab, erkân, ahlâk, târih ve Osmanlı-Türk kültürünün üniversitesi mâhiyetindeydi. Orada öğrenilen ilimleri, hiçbir üniversite eğitiminde bulmak mümkün değildi. Efendi'nin bu paha biçilmez sohbetlerine zamanın ordinaryüs profesörleri, edipleri, kalburüstü kişileri devam ederler ve bilmedikleri birçok konuyu ilk ağızdan öğrenme imkânını bulurlardı.

İbnülemin, devlet adamlarından da saygı görmüştür. Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, O’nu sık sık ziyâret edenlerdendir. Celâl Bayar cumhurbaşkanıyken, Efendi Hazretleri'ni, Florya Köşkü'nde bir öğle yemeğinde ağırladı. Bu dâvet bir maksat taşımaktaydı. Yemeğin akabinde Bayar, ‘Üstadımız, Son Sadnâzamlar adlı eserinizi tetkik ettim. Bilmediğim birçok hususta aydınlandım. Târihe büyük bir hizmet olmuş. Sizden ricam Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanları için de bir eser kaleme almayı düşünmez misiniz? Deyince Efendi, her zamanki muzip ve mânîdar tebessümüyle ‘Efendim, bendeniz Son Sadrıâzamlar'ı yazarken hepsini, ebâ enced âilelerini, babalarını, dedelerini yâni âile şecerelerini de eserimde belirttim. Başbakanları yazmaya kalkışırsam bu hususta zorlanırım. Beni bu yaştan sonra istikametimden ayırmayınız ve ma'zûr görünüz.’ Bu cevap karşısında Celâl Bayar kahkahalarla gülmüş, sofradakiler de bu gülüşe iştirak etmişler. İbnülemin de böylece bu emr-i vâkiden yakayı kurtarmıştır. Bu hâtıra, aynı zamanda Bayar'ın tecrübeli bir devlet adamı olduğunu, yeri gelince reddedilmeye tolerans gösterdiğini ortaya koyuyor.

Efendi'nin kadirşinaslığını ve merâsime verdiği önemi bizzat yaşadım. Sene 1957. Efendi zâtürre geçirmişti. Henüz nekâhat devrinde 1957'nin başında ilk muâyenehânemi Taksim'de açtım. Rahatsızlığı dolayısıyla kendisini ziyârete gelen Taha Toros'a, ‘Bizim Alâeddin bir muâyenehâne açmış. Bu çocuğun bize hem riâyeti hem de hizmeti vardır. Onu tebrik etmemiz, bizim görgümüzün iktizâsıdır. Hemen bir taksi tut, beni ona götür.’ der. Taha Bey, sağlığını dikkate alarak bu ziyâreti önlemeye çalışırsa da Üstad ısrar eder ve baskıdan yeni çıkmış olan Son Hattatlar kitabını da yanına alarak muâyenehânemi teşrif eder. Benim için büyük bir sürpriz olan bu ziyâret karşısında sağlığı yönünden üzüldüm; fakat o büyük insanın hasta hasta beni onurlandırması, ruhumda târifi mümkün olmayan akisler yarattı. Hele titreyen eliyle Son Hattatlar eserini, şahsıma hediye ettiğine dâir güçlükle attığı imza, kitaptan çok gönlümün derinliklerinde yerini buldu.

Eseri verirken, ‘Alâüddin, bu kitabı, kütüphânenin görünen bir yerine iliştir. Sana saâdet, hayır, sağlık ve mesleğinde muvaffakiyet getirsin. Sen de yazmakta olduğum Hoş Sadâ için istediğim bazı bilgileri tez günde bana getir.’ dedi. Bu ziyâretin akabinde prostat şikâyetiyle Ordinaryüs Profesör Doktor Kâzım İsmâil Gürkan tarafından ameliyat edilmek üzere Cerrahpaşa'ya yatırıldığını öğrendim. Hoş Sadâ için istediği dokümanları da hastahaneye götürdüm. Bu ziyâret kendisini son görüşüm oldu.

O’nun nasıl hâlis bir Müslüman olduğunu gösteren bir hâtırasına da değinmek isterim. Son Hattatlar kitabının matbaaya verilen ilk fasikülü çıkınca kitaba âit telif hakkı olan parayı kendisine vermek isterler. Efendi Hazretleri, kitabın baskısının tamamı bitmeden parayı alamam, vebal altına giremem diyerek reddeder Ancak kitap basılıp satışa sunulduktan sonra telif parasını alır. Emeğinin karşılığını, kitabı gördükten sonra kabullenir. Haramı ve helâlin dersini de bu şekilde vermiş olur. 

Bana hediye getirdiği kitap yanımda bulunuyor. Fakat cildini güzel yapmadıkları için çok üzüldüm. Bu, benim için çok büyük bir hâtıra. Bir de babama gönderdiği mektuplar var. Bunların hepsi kendi elyazısı iledir. Bunları ömrümün sonuna kadar saklayacağım.

Küçük bir hatıramı daha sizlere anlatmak isterim:

Hayatının son on yılında Üstad prostattan mustaripti. O sırada, Ordinaryüs Profesör Tevfik Remzi Kazancıgil'in yanında kadın doğum asistanıydım. Kazancıgil, İbnülemin'e bağlı olan hocalardandı. Eski asistanlarından Doktor Fürûzan Selcen hem Selcen soyundan gelen İbnülemin'in akrabası hem de prostat rahatsızlığı için tedavide enjekte olarak kullanılan ilâcın tatbikinde Hoca'nın görevlendirdiği bir ağabeyimizdi. Zaman geldi, Fürûzan ihtisasını tamamladı, imtihanını verdi ve mütehassıs olarak Ankara'ya gidip yerleşti, İbnülemin o günlerde bir pazartesi gecesi, toplantının sonunda Hoca'ya verilmek üzere, bir tezkereyi elime tutuşturdu. Tezkerede, 'Fürûzân-ı bî iz'an, mütehassıs olup gittiğine göre bizim tedâvide iğneleri kim yapacak? Bu hususta yeni bir yapıcının tâyinini hassaten rica ederim.’  diye yazılıydı. Klinikte tezkereyi Hoca'ya verdim. Hoca okuduktan sonra yüzüme baktı, ‘Şu andan itibâren İbnülemin'in iğnelerini sen yapacaksın.’ dedi. Böylece İbnülemin’e -pazartesi gecelerinin dışında- bana bir hizmet kapısı daha açıldı. Uzun süre Efendi Hazretleri'nin canını yaktım. Helâli hoş olsun. Fakat o iğneye ilk gittiğim zaman, hiç girmediğimiz bir odası vardı, solda birinci kapı; orası çalışma odasıydı. Rahlesi vardı. (orada oturur, yazar çizerdi. Ben işte o zaman ilk defa oraya girdim.

Bak’ dedi. ‘Sen şu kadar zamandır bana devam ediyorsun. Ama anacığım bizi öyle yetiştirmiştir ki biz mahrem yerlerimizi öyle kolay kolay kimseye gösteremeyiz. Bir iğnelik yer açarım, ona göre.’ dedi. İbnülemin zâten bir deri bir kemik. ‘Peki Efendi Hazretleri, ona gayret ederim.’ dedim. ‘Uzun da sürmesin ha!’ diye hatırlatmada bulundu. Nihayet bir yer açtı; ama iyice görünmüyordu. ‘Fark edilmiyor efendim.’ dedim. ‘Sen de amma meraklıymışsın.’ diye karşılık verdi. Açtığı küçük yeri zor buldum. İğne kemiğe saplanacak. Tuttum bir iğnelik yerin derisini şöyle bir yukarıya kaldırdım. İyice temizledikten sonra iğneyi batırdım. ‘Eh, elin de hafifmiş. Artık iğnelere muntazam gel.’ dedi. 

Emri üzerine iğnelerini yapmaya gittik. Fakat bu işler öyle kolay olmuyordu. Her gidişim merâsime tâbiydi. ‘Olmaz, dikkat et, şunu yap, bunu yapma’ gibi sözlerle o zamanlar epey kahrını çektik. Allah rahmet etsin, kolay insan değildi.

Şimdi size meşhur 'pazartesi geceleri'nin özelliklerini anlatacağım:

İbnülemin'in evinde mûsikî iddialı değildi. Amatör bir icrâ ile haftada bir ruhları yıkamaktan ibâretti. Topluluğun gediklileri vardı. Kapalıçarşı'dan müeddep ve muntazam Tanbûrî Ali Efendi, dâima çini sobanın önündeki sandalyeye otururdu. Soba deyince bir hatırayı dile getirmek istiyorum. Bizim Hakkı Süha Bey'in evinde Salı ve Cuma günleri olmak üzere haftada iki gece fasıl meşkimiz vardı. Fasıl hocamız Doktor Selâhaddin Tanur'du. Akort bolâhenkti. Selâhaddin Tanur hiç transpoze çalmaz, yerinden çalar. Bütün sıkıntı okuyanların başındadır. Hele dik perdeleri bulunan eserler bolsa fasılda hepimizin canı çıkardı. Biz ona topuk sesi derdik. Topuğumuza basar, bağırırdık. O zamanlar gençtik. Rica ettik Selâhaddin Hoca'dan, ne olur bir sesli... ‘Hayır efendim, tanbur söylemez.’ derdi. Çok da egoisttiler. Bu, haftada iki gece yapılan fasıllar, ay boyunca meşk edilirdi ve fasıl ezbere geçerdi. Ertesi ayın ilk cumartesi öğleden sonra Dr. Çörçöp Sâmi Bey'in (Sâmi Mortan) evinde toplanılır ve devrin en üst tabakasını teşkil eden kişiler; edipler, şâirler, mûsikîşinaslar hep oraya gelirler, faslı dinlerler. Bu, bir nev'i imtihan olurdu. Fasıl bittikten sonra da bu zevat içerisinde faslın tenkidi yapılırdı. Hele bunların içinde bir Muhiddiıı Erev vardı ki en insafsızı da oydu. Kulağı duymaz. Tabiî o zaman böyle cihazlar falan da yok. Keçiboynuzu gibi bir âlet vardı. Onu kulağına geçirir, onunla eğilir, meselâ tanbur taksimi ise tamburun üzerine eğilir, onunla takip eder ve ‘Vallâhi bugünkü taksimde sen şu makamdan şu makama geçerken damdan düşer gibi oldu. Hiç de beğenmedim ben bunu’ derdi. Meselâ, öyle tenkid ederlerdi

İşte böyle bir faslın icrâsı esnasında Sâmi Bey'in evine gittim Kapıyı çaldım. Baktım, kimse yok. Aylardan Haziran. Yanında embesil bir kadın vardı, kapıyı o açtı. Aileden gelme bu kadını hizmet maksadıyla tutuyordu. Kadın, ‘Doktor bey çok hasta, yukarı katta yatıyor.’ dedi. Ben tabiî gireyim mi girmeyeyim mi diye tereddüt ettim. Yukarıdan bir ses, ‘Yavaşça ise gelsin!’ dedi. Çıktım, baktım çok rahatsız. Arkasında destekle oturuyor. Zor teneffüs ediyor. Yüz ve dudaklarda morarma var. Tam o sırada kapı çalındı. İbnülemin geldi. O da tabîî durumu öğrendi ve dönmek isledi Ben hemen indim, ‘Efendi Hazretleri, bulaşıcı hiçbir hastalık yok’ dedim. ‘Bulaşmaz değil mi?’ diye sordu. ‘Zâtürre galiba’ cevabını verdim. ‘Sizi görmek, helâlleşmek istiyor.’ dedim. 'Pekâlâ’ deyince koluna girip yukarı çıkardım. Odaya girip kapının yanında oturduk. Helâlleşildi. O günkü ziyâretimizi yapmış olduk. O gün bizim fasıllar orada bitmiş oldu.

Ayrılırken Efendi'yi ben götüreceğim. Tramvaya bindik. ‘Yâhu Alâüddin, bu soğuk algınlığından mı olur?’ sorusunu yöneltince, ‘Vallahî öyle söyleyenler de var.’ dedim. O zaman, ‘Demek ki Haziran sıcağının içinde bir soğuk damarı var.’ dedi. ‘Evet efendim.’ dedim. Ben O’nu evine bıraktıktan sonra Pazartesi yine gittik. Bir de baktık ki Haziran sıcağında soba yanıyor. ‘Kuzum, evlâdım, sobaya bir odun daha atıver.’ dedi. Canımız çıktı, hepimiz sıcaktan kan ter içinde kaldık. O’nun soğuktan çok korktuğunu, sağlığına hayli önem verdiğini orada bir kere daha müşâhede ettik.

***

İbnülemin'in acayip bir kıyâfeti vardı. Başındaki fötr şapkaya, şapka demeye kimsenin dili varmazdı. Kenarı bir parmak kalınlığındaydı. Onu kafasına geçirir, harmaniye giyer, bir şey daha sarardı. Hele kışın hacı kurt gibi sadece iki gözü görünürdü. Tabiî ki bu hâliyle herkesin dikkatini çekiyordu. ‘Tüh tüh tüh... Görüyor musun, bütün kadınlar bana bakıyor. Herkesin gözü üstümde, nazarları değecek.' derdi. O tramvaydan ininceye kadar canım çıktı. Neyse, inip kendisini götürdük. Efendim işte böyle, kendisi soğuktan korkardı, nazardan çekinirdi. Ama o bütün bunlara rağmen öyle bir behre sâhibiydi ki hepimizi kendisine bağlamayı bilmişti.

Şimdi bakınız, bir hatıraya girdiğimizde neler çıktı. Bütün bunlar, kapıdan girildiğinde solda bulunan çini sobadan çıktı.

Biz yine oraya gelenlerin isimlerini saymaya devam edelim:

Soba ile pencerenin arasında mühendislikten mütekâit (emekli) ûdî Ethem Bey, O’nun hemen yanında pencere önünde albaylıktan emekli Kemanî Alâüddin Bey, yanında Necâti Başara, başköşede kitâbiyatçı Pertevpaşazâde Nûrullah Bey, ortaya doğru kavisli olarak konmuş sandalyede albay mütekaidi hânende Hulûsi Bey, ben ve Ârif Sâmi Toker fasıl kadrosunu tamamlardık. Bu kadroya bâzen fevkalâdeden Süleyman Erguner, Halûk Recâî, Cevdet Çağla, Hüsnü Coşar, bâzen de Beşiktaş grubu Tanbûrî Dr. Selâhattin Tanur, Neyzen Hakkı Sühâ Gezgin katılırlardı. Pazartesi geceleri muntazaman Bakırcılar'da Mühürdar Emin Paşa'nın konağında yapılan toplantıların belirli bir programı vardı. Konağa küçük bir bahçe kapısından girilir ve hemen camekânlı ikinci bir kapıyla tahta merdivene vâsıl olunur. Her basamağından mâziye âit sesler gelen merdivenden çıkıldıktan sonra, ikinci kattaki kapıdan salona girilir. Salonda soldan birinci kapı Üstad'ın çalışma ve oturma odası, ikinci kapı büyükçe bir misafir odası, sağ tarafta yatak odası, mutfak ve banyoya açılan kapılar var. Salonun ortasında uzun bir masa portmanto vazifesi görüyor. Gelenler paltolarını ve pardesülerini; şapkalarını, çantalarını, sâzendeler saz kutularını bu masanın üzerine gelişi güzel serpiştirirler. Kalabalık olduğu geceler, masanın ne hâle geldiğini varın siz tahayyül edin. (Devam edecek)