Hristiyan dünyasının başını çeken ve Batı olarak tanımlanan ABD ve AB’de, 11 Eylül 2001 tarihinde New York’taki ikiz kulelere yapılan saldırıdan sonra tohumları ekilen islamofobinin son 15 yılda gösterdiği gelişme hızı inanılmaz büyüklükte.

Amerikalıların islamofobiden nasıl etkilendikleri, beyinlerinde islamfobinin nasıl yer ettiği bu yılın Kasım ayında yapılacak Başkanlık seçimleri için adayların yaptıkları propaganda konuşmalarında net olarak belli olmakta. İslamofibi neredeyse bir parayonaya dönüşmüş durumda ABD’de. Afrika kökenli ABD vatandaşlarının saygın bir iş bulmalarının mümkün olmadığı, halk otobüslerinde sadece arka koltuklarda oturmaya mecbur edildiği, üniversitelere alınmadığı 1960’lı yıllara kadar yaşanan dönemin insanlıkdışı fanatizmi sosyal baskılar ve farklı gerekçelerle yavaş yavaş hayata geçiyor gibi…

Avrupa Birliği’nde de durum pek farklı değil. Her ne kadar demokrasinin beşiğiyiz diyorlarsa da, İslam karşıtlığı fikri, demokrasi anlayışını belirleyen kavramlarının içinde yer almıyor. Utanmasalar “Bizim demokrasi anlayışımız engin bir denizdir ama bu anlayışın içinde Müslümanlara ve İslam’a yer yok” diyecekler ama karizmayı çizmek istemediklerinden bunu dile getiremiyorlar bir türlü.
  
İngiltere’de geçen hafta içinde yapılan AB’de kalıp kalmama, İngilizce tanımı ile de “Brexit”   referandumu, AB’deki İslamofobi paranoyasını bir kez daha ortaya koydu. İngiltere’deki Brexit propagandasında ana konu, Müslüman bir ülke olan Türkiye’nin Avrupa Birliğine üye olup olmaması odaklı oldu.

İngiliz halkının 1963 yılında yapılan katılım başvurusu ile başlayan 53 yıllık birlikteliğe son verme kararı, gerek İngiltere ve gerekse de AB için yeni bir dönemin başlangıcı olacak. Belki de tarihçiler tarafından farklı bir dönemin başlangıcı, kırılma noktası olarak tanımlanacak ileride. 

Gerçekte de İngilizlerin AB ile bağı bir dönem Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile Almanya Şansölyesi Merkel’in Türkiye’nin üyelik statüsü ile ilgili ortak önerdikleri “İmtiyazlı Üyelik” benzeri bir tarzdaydı. İngiltere AB’nin ortak para birimi olan Avro’yu kullanmayıp, Avro bölgesi dışında kalması, Schengen Bölgesi dışında olup, İngiltere’yi ziyaret edeceklere kendi vizesini uygulaması benzeri, yüzde yüz üye bir devlet değildir. AB’ye bağı ispaho (sicim) ileydi ve İngiltere halkıda bir makas darbesi ile bunu kesti. AB ister kabul etsin ister etmesin, İngiltere artık AB içinde olmayacak.   

İngiltere’nin AB’den ayrılmasının uzun vadede domino etkisi yapacağı kesin, özellikle de Hollanda ve Fransa’daki sağcı partiler de bunu fırsat bilip ayrılık çağrısı yaptılar. Şimdilik bu çağrılar silik düzeyde olabilir ama İslamofobi desteği ile yıllar içinde güçlenebilir.

Gerçekte İngiltere’nin AB’den çıkma kararının nedeni İngiltere piyasasının Polonyalı, Romen ve Bulgar işçiler tarafından işgali. İngiltere'nin AB’den ve Üçüncü ülkelerden aldığı net göç yılda 300 bini aşıyor. Bu sayının yüzde 40’ı AB içinden, gerisi Üçüncü ülkelerden. Hükümetse bu sayıyı toplamda 100 bine indirmek istiyor. İngiliz hükümetinin bunu 100 bine indirmesi demek, bırakın Üçüncü ülkelerden gelecekleri, AB içinden gelecek göçmenlere de kapılarını kapatmak zorunda kalacak demektir. İngiltere AB’den gelen göçmenler sosyal Yardım vermekten bıkmış durumda. Zaten istifa etmiş Başbakan Cameron’un AB ile yaptığı anlaşma, eğer İngiltere halkı AB’de kalmak kararı verseydi, AB'den gelen göçmenlere sosyal yardımların 4 sene sonra verilmeye başlanması ve 7 yıl sonrada kesilmesiydi.
  
Bir başka ana nedeni de İngiltere’nin her yıl AB bütçesine yaptığı 19 Milyar Sterlinlik katkı. 19 Milyar Sterlinlik katkının Dolar bazındaki değeri 30 Milyar civarında. AB üyesi birçok ülkenin yıllık ihracatı, 30 Milyar Doların altında veya da biraz üstünde.

İngiltere’nin AB’den ayrılması ile hem küresel ekonominin başı artık büyük bir derde girdi hem de AB’nin karizması çizildi. Oysa İngiltere ilk değil, İngiltere’den önce de İzlanda, katılım müzakerelerini 2013 yılında yaptığı referandum ile askıya alarak, AB üyeliğini istemediğini göstermişti.