Beatles Ashram’ın ardından, oldukça uzun saatler süren bir yolculukla, adını bile hafızamdan sildiğim bir tapınağa doğru yolculuğa çıktık. Beni oralara sürükleyen, sadece fotoğraflarda gördüğüm mimarisiydi. Arabadan indiğimde; tapınağın, restorasyonda olduğunu ve bu nedenle mimariyi göremeyecek olduğumuzu anlamak ilk vurgundu doğrusu. Biraz karışık bir yapı olduğu için ayakkabılarımızı çıkarmamız gereken yeri kestirememiş, ayakkabılarımızla girmiştik, çevredeki insanlardan sağlam bir azar işittik bilmediğimiz dilde. Ardından girmememiz gereken bir odaya da girince bir de görevlilerin azarından nasibimizi aldık. Hızlı adımlarla uzaklaşarak inşaatın arasından basamakları arkamıza bakmadan inip, arabamıza atladık. Birkaç dakikalık bu yorucu ziyaretin ardından saatlerce sürecek dönüş yolu gözümde büyüyordu. Bu gece Rishikesh’de son gecemizdi ve koca bir günü dağ eteklerinde döne döne bitirecektik. 

Yolu yarılamışken, patikada, şaşılacak sayıda arabayı park halinde gördüm, bu hiç de sıradan bir durum değildi. Sürücüden aynı yere park etmesini rica ettim. Gerçekten de bir grup insan fotoğraf çekmekteydi ve su sesleri geliyordu. Kalabalığa doğru yürüdüğümüzde, dağdan aşağı doğru akan şelalenin güzelliği ile büyülendik. Kalabalık, şelalenin neredeyse yarısı yüksekliğine gelen büyükçe bir tepenin üzerindeydi, aşağıya doğru, irili ufaklı birçok kayalık vardı. Biraz gayret ve dikkatle inilirse düşmeden, suyun toprakla buluştuğu yere erişilebilirdi. Az sonra kızım, beni dürtükleyip bize ilgiyle bakmakta ve yaklaşmakta olan bir grup insanı gösterdi. Hindistan’a geldiğimizden beri bazı insanlar, bizi gördüklerinde donup kalıyorlardı, imza istiyor, elimi tutmak, fotoğraf çekilmek ya da dokunmak istiyorlardı. Ne olduğunu anlamaya çalıştığımızda “beğenmişlerdir”, “ünlüye benzetmişlerdir”, “auranızdan etkilenmişlerdir” gibi tatmin etmeyen farklı cevaplar alınca bir süre sonra sadece uzaklaşmaya başladık. Kızıma “haydi kızım, en iyisi biz şelaleye inelim, bir an önce görüp gidelim” dedim. Kayalıklardan şelaleye doğru inmeye başladık, biz indikçe daha büyük bir kalabalık bize doğru yönelmeye başladı, “hanımefendi” diye bağıranlar oldu. Onlar ilerledikçe, imza ve fotoğraf meselesi sanıp daha da istikrarla kayalıkları inmeye çabaladık. Sonunda bir delikanlı hızımıza yetişip “burası yılan mağarası, durun!” deyince, ne ara benden daha aşağıda gitmekte olan kızım, yukarı doğru geçti dizini çarptı, sonra ne ara ona yetişip onu kucağıma aldım, kendim anca indiğim kayalıkları kucağımda kızımla seke seke nasıl yukarı çıktım, arabaya ikimizi de nasıl attım, bilmiyorum. Arabada, sürücüye “buranın yılan mağarası olduğunu biliyor muydunuz?” dedim. “Evet” dedi. “Neden söylemediniz?” dedim. “Herkes bilir, siz de her yeri biliyorsunuz ve sormadınız” dedi. Doğru söze ne denir! 

Otele geldiğimizde yorgun ve gergindim, kendimi yeniden dengeleme ihtiyacı hissediyordum. Ayurvedik bir terapi olan sevdiğim shirodhara’yı bir de anavatanında deneyimlemek için ideal bir gündü doğrusu. Shirodhara, ılık ayurvedik yağların belirli bir yavaşlıkla 90 dakika, alın bölgenizden (üçüncü göz) kafatasınıza doğru akıtıldığı bir masaj (süre, yağ çeşitleri, hazırlanış çeşitlilik gösterir). Hormonları dengelediği, uykusuzluğu, korkuyu, kaygıyı ve üzüntüyü giderdiği, beden, akıl ve ruhu dengelediği, sezgileri artırdığı ve üçüncü gözü açtığı yararları arasında sayılıyor. Günün ağırlığını Shirodhara ile geride bırakıp tabiri caizse özüme döndüm.

Akşam yemeğinde; restoranda hep asılı duran, kızımın defalarca deneyimlediği, üzerinde “mutluysan vur” yazan gonga yürüdüm, tokmağı elime aldım -kalbim gümbür gümbürdü- ve hepimizin kulakları sağır olacak kadar ve tüm gücümle vurdum, neye benzediğimden, kimin ne düşündüğünden ve düşüneceğinden, rahatsız edip etmediğimden özgür ve mutlu olarak, her şeye rağmen. DOONNNNNNNGGHH!!!!! DOOONNNNNNNNGGHHH!!!!!!!! DOOONNNNNNGGHH!!!!!

-devam edecek-