Yolculuğumuz Himalayalar’ın 1600 metre yüksekliğine -Kunjapuri Devi Tapınağı’na- doğru arabayla dolana dolana seyrederken biz çoktan hızlı günümüzün yorgunluğunu hissetmeye başlamıştık bile, bilmediğimiz ise tapınağa ulaşabilmek için sayamayacağımız kadar merdiven basamağının bizi beklediği idi.

Merdivenin ilk basamaklarından yukarıya doğru baktım ve bir an için arabaya atlayıp geri dönmeyi düşündüm, sabahın ilk ışıklarından beri sokaklardaydım, maymunlardan kaçmıştım ve arabaya oturduğum anlar hariç hala ayaktaydım. Sonra yaşlı bir Hintli amca geldi, ağzında hiç dişi yok, üçüncü gözünde bir kırmızı boya, bolca pirinç, başında yırtık pırtık sarı bir bere, kırışık gözleri… Hani alnındakiler olmasa, Egemin köylerindeki herhangi bir amcamın sıcaklığı var yüzünde. Gülümsedi halime. Kendi dilinde bir şeyler söyledi ama kanımca aynı dili konuşsak da anlayamayacaktım. Ellerimi açtım, “anlamıyorum” anlamında. “Gel” der gibi işaretler yaptı basamaklara doğru. Kızım da basamaklara doğru ilerlemeye başlayınca, gözlerim dolmadı desem bacaklarımın ağrısından yalan olur. 

O yaşlı amcacım, o basamakları öyle bir hızla çıktı ki, biz onu dakikalar sonra yukarıda fotoğraf çekilmek için izin isteyene kadar bir daha göremedik. Hayat amacını bulmak dedikleri böyle bir şeydi işte; katlandıklarını görmüyordun.

Onca yükseklikte, buz gibi soğuk, Himalayalar’ın doruklarında kar manzarası, aşağıda Ganj’ın güzelliği, doğanın eşsiz manzaraları, tapınağın ortasında, üzerinde kıpkırmızı çaputlar dalgalanan dilek ağacı olduğunu düşündüğümüz kocaman bir ağaç, betona çıplak basmaktan ciğerimize kadar işleyen ayaz, bizi uçuruma yuvarlanmaktan ayıran parmaklıklar, sis, güneş… Yağlıboya bir tablonun içine itinayla yerleştirilmiş gibiydik. 

Sol tarafta tadilatın olduğu küçük bir alanda, parmaklık olmayan bir boşluk vardı, oradan bir kayalığın üstüne çıkmayı başardım ve yavaşça yere oturdum. Tek bir adım daha 1600 metre aşağı uçmak demekti. Sağ yanımdaki kar manzarasını ve Ganj’ı artık görememek tek derdimdi ama uzun uzadıya sanki dokunabilecekmişimcesine yakındım Güneş’e… Etrafım sislerle kaplıydı, üzerimde incecik bir bedeni olan bir ağaç dalgalanıyordu, baksan çok çelimsizdi ama uçurumun dibine tutunmuştu, dik bile değildi ama kırılmıyordu, düşmüyordu, çok sağlam kökleri olmalıydı. Bahanelerimizi hatırlattı bana. 

İnsan gökyüzüne bu kadar yaklaştığında kendini Tanrı’ya neden daha yakın hissederdi ki? Mekânı mı vardı sanki? 

Kendi ülkemin doğal güzellikleri azmış gibi, Hindistan’ın ne kadar ‘özel’ enerjisi olan bir ülke olduğunu düşündüm. Toprak ana belli ki evladı Hindistan’ı çok seviyordu. Biraz nefes egzersizi ile anı içime çektim, kendimi hiç bu kadar korkusuz, kabul, teslimiyet ve bağlantıda hissetmemiştim. Doğada insana iyi gelen bir şeyler vardı, acaba bu yüzden mi her geçen gün elimizden daha çok alıyorlardı?

Tapınağa geri döndüm, ‘dilek ağacına’ ilerledim. “Bebek” dileyelim dedi kızım. “Dileyecek hiçbir şeyim yok” dedim, tüm kalbimle, bir kez daha, tıpkı dün gece ki gibi. Şaşılacak şeydi doğrusu! Bir annenin kucağındaki, süt çağı bebeği gibi hissediyordum, ne dileyecektim ki? Her şey vaktiyle geliyormuş zaten, ben görmüyormuşum, anlamıyormuşum, küçükmüşüm, hala daha görmüyorum bir sürü şeyi ama en azından görmediğimi biliyorum. Sonra bir arkadaşımı hatırladım, onun için yıllar önce Amerika’da sağlık için bir dilek dilemiş dualar etmiştik birlikte, gerçekleşmişti. Bir süredir “oraya gelen giden var mı” diye soruyordu, ailevi başka bir konu vardı. Dileğimi diledim onların usulünce, dualarımı ettim bizim usulümüzce… Fotoğraf atıp gönderdim arkadaşıma “hayırlısı” diye… Çok aylar sonra değil, sarılıp ağlayarak kutlamak da nasip oldu, hayat mucizelerle dolu inanmak isteyenlere….

-devam edecek-