Yürüyüş yolunda görevlinin, doğa olaylarını, mitoloji ve din ile harmanlamasını ve etraftan gösterdiği kanıtlarla anlatımını süslemesini zevkle dinledik. Hava kararana kadar süren yolculuğumuz üç farklı milletten gelen konukların, birbirlerinin hikayelerini uzun uzadıysa dinlemeleriyle Treveni Ghat’a ulaştı.

Hava kararmıştı, ayakkabılarımızı çıkarıp dışarıda bırakmıştık. Dışarı dediğime bakmayın. Aslında, burası merdiven basamaklarının Ganj’a doğru indiği bir ibadethane. Girişinde sadece bir paravan var ve ayakkabıların orada çıkmış olması gerekiyor. Az sonra Hindu dininin en eski kutsal kitaplarından olan Vedik ilahileri olduğu söylenen müzikler başladı. Basamaklar yavaş yavaş dolup kalabalıklaştı.

Buraya Treveni denmesinin nedeni üç nehrin birleştiği yer olmasıymış. Karşımızda dağ, önümüzde üç nehir birleşiyor, Aralık ayı esintisi, çıplak ayaklarımıza, merdivenin soğuğundan giriyor, kulağımızda dansa davet eden ilahiler… Hava çiçek kokuyor, dağ, meltem, sonbahar… Tatlı tatlı üşüyorum…

Tanrı Krishna, bir ok ile yaralandığında burayı ziyaret ettiği için çok kıymetliymiş burası. Yaralı bir Tanrı’yı saran bir yer diye düşünüyorum. Gerçekten de öyle bir havası var. Sonra bir elim kalbime bir elim rahmime gidiyor ister istemez, “yaralarım olmadan sığınmayı bilmiyordum ki zaten” diye düşünüyorum.

Az sonra kırmızı beyaz üniformalarıyla, ateşlerini bir ritüel içinde yakmaya başlıyor ghat görevlileri... Sütunların üzerine çıkıyorlar ve ellerindeki ateşlerle aynı anda aynı hareketleri tekrarlıyorlar. Ay ışığı, karşıdan gelen lambanın spotu, ateş, sis, nehir, dağ, müzik, senkronize hareketler… Bizlerin de ateşten almamıza izin veriyorlar. Görevliler ritüellerini tamamlayana kadar, biz de ellerimizdeki ateşleri tutuyoruz, nehre karşı. Seremoni bittiğinde, Ganj nehrine, içinde yanan minik ışıklar olan çiçeklerle bezeli minik sunumlar bırakılıyor, böylelikle şükran sunulup Ganga Aarti tamamlanıyor.
Biraz tereddütle yavaş yavaş merdivenleri nehre doğru indim, otelimize doğru minik minik bir sürü ışık ve çiçek yüzmekteydi. Sanki Ganga Ana, çiçeklerle bezeli bir elbise giymiş vücut bulmuş ışıl ışıl, şefkatli ve sevecen bir anneydi ve tatlı, ritmik yürüyüşüyle çocuklarını davet ediyordu yamacına, ateşin başına, sıcacık öpmek için alınlarından dizlerine yatırıp, uyutmadan hemen önce. Ve son bir basamak daha… bir basamak daha… ayaklarım, karanlığın içinde, Ganj ile kavuştu… çok soğuktu… Bunu yapmamam ile ilgili doktorumun, eşimin ve arkadaşlarımın söylediklerini düşünmek beni yaramaz bir küçük kız çocuğu gibi gülümsetmişti çünkü bence onlar da zaten yapacağımı biliyorlardı.

Kim bilir kaç farklı inançtan, kaç farklı lisanda insandık bu basamaklarda bu akşam… Ne fark ederdi? Büyük bir şeylere bağlanmak, insana güç katıyordu, yaşama anlam, umut ve bağ veriyordu. Bıraktım sunumumu şükran duygumla Ganj’a ve ruhumun en derinlerinde de hissettim. Ne oluyorsa, bizi biz yapmak için, bizi doğurmak için oluyordu otantik kimliğimizle yine yeniden. Ben ise vaktimi tecrübelerimi etiketlemekle geçirmiştim, kötü, iyi, utanç verici, gurur verici, başarılı, başarısız, olsun, olmasın, acı, tatlı… Bütün bunların hepsiydi Senem ve hiçbiri de aynı zamanda. Nasreddin Hoca gibi, bal kabağı ile cevizin yerini didiklemektense şükranlarımı sundum farkındalıkla ilk defa bu kadar dolu dolu, “Teşekkür ederim, olan, olmayan her şey için; bana verdiğin bu yolculuk için minnettarım.”

Günün nasıl bittiğini, otele nasıl döndüğümüzü hatırlamıyorum, son zamanlarda hep olduğu gibi güneşin doğmasına yarım saat kala uyandığımda, çok hafif, huzurlu ve açıklanamaz derecede bana yabancı, saçma sapan mutluydum.


-devam edecek-