Son sabahımızda gün yenice ağarırken, Ganj’ın kenarında bir konuk, Ganga Snan için hazırlanıyordu. Az sonra küçük bir botla nehre açılacak ve tüm bedenini nehre bırakıp tamamen suya gömülecek, tüm acı ve günahlarını suda bırakarak yeni bir başlangıç yapacaktı, yüzeye çıktığında. Doğru, gerçek ya da mantıklı olup olmadığına dair cevap aramadım, yenilenmek isteyebileceğim bir gün için güvenli bir alanımın daha olduğunu bilmek beni mutlu etti.

Biricik valizimizi toplayıp kahvaltıya indik.  Neyzenin dinginliği, neyin davet eden sesi, sıcacık çayın kokusu, kızım için hemen masamızın yanına hazırlanmış şövale, tuval, boyalar, gülümseyen, saygıyla selamlayan garsonlar… Her şey, harfiyen her sabah olduğu gibiydi ve bu bana huzur veriyordu.  

Havaalanına giderken halk pazarına uğradık. Dubai’den adlarını bildiğim ama hiç tatmadığım bir sürü Hint geleneksel yiyeceği sokakta satılıyordu, afiyetle yerken hiçbir tereddüt yaşamadım. Rengarenk kumaşlar, tüm tezgâhlardaydı, baharatların kokusu baş döndürüyordu. 15 yaşından beri çoğunlukla tercih ettiğim siyah kıyafetlerim geldi aklıma, sanki hiçbir seansta hiçbir dost sohbetinde konusu geçmemişçesine ani bir farkındalıkla. Hep öyle olmaz mı zaten? Vakti gelene kadar insan, tüm bilgilerin, denenenlerin hamalı değil midir sadece? Sonra bir an gelir, artık vaktidir, bilgi bilgeliğe, denenler tecrübeye dönüşür, hafifleyiverir insan. Üzerimdeki dar siyah kot ve deri ceket, 2 beden küçülmüşçesine sıktı beni. İlk tezgâhtan bir siyah şalvar aldım kendime ve rengarenk bir şal. Bir halk tuvaletinde değiştim üstümü, eskileri oracıkta çöpe attım. Kızım bindilerin olduğu tezgâhın önünde durup almamız konusunda ısrarcı oldu, takip ettim küçük ‘öğretmenimi’, üçüncü gözüme yerleştirdim kırmızı bindimi. 

Dehradun’a doğru giderken arabanın dikiz aynasından kendimi izledim bir süre; topuz yaptığım saçlarımın neredeyse sadece topuzu platin sarıydı artık, üç beş ak saçımı görüyordum, koyu saçlarımın arasında, alnımda bindi, omzumda gökkuşağını aratmayacak bir şal, cildim ve gözlerimin içi pırıl pırıl. Beden ayrı ruh ayrı değildi işte, bir bütündü. Tüm ayrılıklar, bütünlüğüne kavuşamamış zihinlerimizdeydi. İyi ki geldim, iyi ki gidiyorum, canlandım, renklendim, bilmediğim nelerin tohumları ekildi ruhuma bu yolculuk vesilesiyle ve çiçeklenirken kim bilir belki ben burada tohumlandığını hatırlamayacağım bile. 

Böylece bitti Hindistan yolculuğum üzerinden üç sene geçti, bugün hala yola çıktığım günü düşündüğümde iliklerime kadar şükran duyuyorum. “Hindistan’a çağırıldın da gidip ne buldun?” derseniz, ‘kendimi’ diye cevaplayabilirim. Tamamını değilse ve bu bir ömür boyu sürecek bir yolculuksa da kendime ait bir sürü parçaları bulup topladım, hayatın neresinde olduğuma dair perspektifimi genişlettim ve cesaret kazandım. “Tüm bunların olması için kilometrelerce yol mu gitmek gerekir?” derseniz cevabı kişiden kişiye değişir. Şu kesin ki insanın esnemediği yerlere doğru esnemesi, elini uzatmayı ertelediği şeye elini uzatması gerekir. Bu kimimiz için birilerine ya da bir şeylere doğru yola çıkmaktır, kimimiz için fazlaca uzun süredir devam ettirdiğimiz yolculukları bitirmek, eve dönmektir. Ertelememektir, cesaret göstermektir korkuyu hissederken, yüzleşmektir pek de iyi şeyler olmayacağını hissetse de, koşmaktır yorulacağını bile bile. Ve sonsuz mutluluğun olduğu bir son yaşadığımız dünyada yoktur, mutluluk ‘her şeye rağmen’, anın içinde mutluluğu seçendedir ve her son yeni bir şeylerin başlangıcıdır.