1916’dan sonra devlet işlerine karşı alâkası arttı...Talât Paşa tarafından, Sultan Reşad’ın yerine geçmesi teklif edildiyse de, hanedanın an’anesini bozamıyacağı gerekçesiyle reddetti...18 Kasım 1922’de “Halife” seçildi. 3 Mart 1924’de Hilafet’in kaldırılması ve Osmanlı Hanedanı’nın hudut dışı edilmeleri kanunu hükmüne göre, aynı gece, aile efradı ile birlikte apar topar yurt dışına çıkarıldı... 

     İsviçre’de ilk sıkıntısı parasızlık olmuştu. Çünkü âniden memleketi terke icbar edilmesi, yanına kâfi derecede nakit ve kıymetli eşya almasına fırsat vermemişti.

     Maddî sıkıntıda bulunduğunu öğrenen Hindistan’daki İslâm büyükleri, başta Haydarabad Nizamı olduğu halde aralarında anlaşarak her ay bin İngiliz lirası göndermeye başladılar. Böylece Abdülmecid Efendi, Fransa’da Nis civarında bir villâya taşındı...

     Burada kendini tamamen ibadete verdi...Başındaki fesini hiç çıkarmadı...Doksan dokuzluk tesbihi elinden eksik etmedi...Beş vakit namazına eskisi gibi devam etti...Ara sıra civarda gezintilere çıkıyor, kâh okuyor, kâh edindiği Fransız dostlarıyla siyaset dışı sohbetlere dalıyordu. Günün muayyen saatlerinde ise hatıralarını kaleme alıyordu...

     Bu ara, Haydarabad Nizamı, Abdülmecid Efendi’nin güzelliği, kültürü ve olgunluğuyla meşhur biricik kızı Dürrüşehvar’ı, büyük oğlu A’zam Câh’a, Şehzade Salâhattin Efendi’nin torunu Nilüfer Sultanı da, küçük oğlu Muazzam Câh’a istedi...Nis’te mütevazi bir nikâh merasiminden sonra, yeni gelenler eşleriyle Hindistan’a yollandılar...Bu sayede Abdülmecid daha rahat bir hayata kavuştu...

     Paris’e yerleşti...Fesi yine başında, tesbihi yine elindeydi. Bu hâli ve itinalı ak sakalıyla, ağır ağır Bulonya ormanında dolaştığını görenler merak ve tecessüs dolu bakışlarla onu seyrederlerdi. Bazı çocukların ellerini öpmeleri, Abdülmecid’in gurbet acısının bir an için dinmesini sağlıyordu.

     Abdülmecid Efendi, kendini resme, şiir yazmaya ve müzeleri gezmeye vererek avutmaya çalışırdı. Resmi gibi hattı da pek güzeldi. Nis’te yazdığı bir metre boyundaki “Allah” lâfzı celilini, ziyaretine gelen valinin beğenmesi üzerine, ona hediye etmiş, o da bu levhayı yatağının üzerine asmıştı.

     Kızı Dürrüşehvar’ın çocuklarıyla gelip kendisini ziyaret etmesi en mesut anlarıydı. Böyle günlerde bütün bütün rikkate gelir, fukaraya yardım ederdi. Çok misafirperverdi. Evine geleni muhakkak yemeğe alıkordu. İçki ve sigara içmezdi.

     “...Her Cuma namazını, gider Paris’teki camide kılardı. Namazdan sonra, etrafını saran Cezayirli, Faslı, Tunuslu, Trablusgarplı, Mısırlı müslümanların -âdetleri veçhile- omuzunu öperek musafaha edişlerinden pek hoşlanırdı...” (Resimli Tarih Mecmuası, Sayı: 61).

     Mukadderatının acı; bir o kadar da düşündürücü tecellîsine rağmen; hiçbir zaman ne Türkiye Cumhuriyeti Devleti ne de Türk Milleti ve Türkiye hakkında aleyhde bir söz asla sarfetmedi; aksi bir davranış içinde bulunmadı...Kimseye âlet olmadı. Sükûtu ihtiyar etti (seçti).

     Nitekim şu sözleri, sözlerimizi te’yîd makamındadır:

     “Bütün alâkadarlar emin olsunlar...Bilhassa millet emîn olsun. Bundan sonra yegâne meşgalem, milletimin saâdet ve refahına duahân olmaktır. Siyaseti zaten sevmem. Bütün olanlar, mukadderatın eseridir. Her hâdisenin olduğu gibi bana ve Hanedan-ı Âl-i Osman’a münasip görülenin de mülk ü millete faydalı olmasını Cenab-ı Hak’dan niyâz etmekteyim.” (Abdülmecid Efendi)

     En büyük acısı İstanbul’a duyduğu hasret; en büyük zevki vatandan bahsetmekti.

     Paris’in Müttefikler tarafından kurtarıldığı gün vefat etti.

     Allah rahmet etsin.