TV’de izledik: Bazı kimseler halkımız adına, halkımızdan izin almadan, Mısır’ın düşük Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek aleyhinde gösteri yaptı ve gösteride Hüsün Mübarek’in kuklasını yaktılar!... Bu davranış hiç ama hiç şık bir davranış olmamıştır?!.. Mısır’da icra edilen ve adına da “Halk Hareketi” yaftası yapıştırılan icraatın nevi her ne sebepten olursa olsun, bizlerin, Mısır’daki hareketi kalben tasvip ettiğimizi gösterilerle, Hüsnü Mübarek’in kuklasını yakmakla belirtmeye çalışmamız, günümüz tabiri ile hiç de “Şık” olmadı!... Efendim; bizler ezilen halkların yanında, Diktatörlerin karşısındayız vs. denecek ve benim yanlış düşündüğüm ileri sürülecek olabilir. Şimdi benim ne karşılık vermem lâzım: Efendim benim her görüşe saygım vardır falan!.. Evet doğrudur, her fikre, her görüşe saygı göstermek lâzımdır ve bu her münevverin uyması icap eden bir kuraldır. Çünkü demokrasi bunu emreder. Ancak, benim fikir ve görüşlere saygım vardır ama, “Eylemli hareketlere” aynı gözle bakmam ve hareketin nevine, fikir yapısına göre tasvip ederim veya etmem. Dolayısıyla ben bu eylemi hiç mi hiç tasvip etmiyorum!.. Sorarım; Mübarek’ten sonra gelecek olan Mısır Devlet başkanı, Türkiye ile olan münasebetlerinde değişik görüşlere mi sahip olacaktır? Hiç ama hiç sanmıyorum. Zira Mısır eski Devlet Başkanlarından ünlü Nasır zamanında da günümüzde de, Orta-Doğu hususunda bir tek görüşe sahip olmuş, siyasî açıdan da aynı görüşü savunmuş ve emin olun yarınlarda da değişen hiçbir şey olmayacaktır ve bilhassa siyasi açıdan büyük önem taşıyan bu görüş: (Mısır’ın Arap âlemine ve dolayısıyla “Orta-Doğu’ya her daim hâkim olabilme arzu ve stratejsi) ile bağlantılıdır. Yânî, Mısır’ın “Millî menfaatleri; olsun siyasî ve olsun iktisadı açıdan böyle emretmektedir!.. Bu neyi gösterir? Bu şunu gösterir: Aynı şekilde “Orta-Doğu” liderliğini dikkate alan Türkiye’nin; Mısır’ı küçümseyen tavırlar içinde emredici mesajlar göndermesi, Medya’nın açıkça (FİRAVUN) tabirleriyle Tevrat-ı Şerif’e uygun tavır içinde bulunması vs. kısmen de değil, tamamen yanlış bir politika ürünüdür ve bu üründen hayır gelmez!.. Bizim Mısır ile olan münasebetlerimiz, 1950’li yıllarda basınımızın da ukalalığı ile kademeli şekilde bozulmaya yüz tutmuş ve nihayet bazı açılardan diplomatik münasebetlerimiz yara almıştır. Basınımız ne yapmıştır. Hemen belirteyim ve gazete arşivlerini karıştıranlar daha neler, neler bulabilirler ben en masum olanını veriyorum. Takriben 1957’de idi; Mısır donanmasından küçük bir filo, İstanbul’u ziyarete gelmişti ve tirajı yüksek bir gazetemiz hiç de hoş olmayan şöyle bir başlık atmıştı: (TATLI SU BAHRİYELİLERİ İSTANBUL’DA). 1967 Arap-İsrail savaşında, yine tirajı yüksek gazetelerden bazıları malûm şekilde hareket etmişlerdi. Arap dünyasına gelince, Arap Devletleriyle daha yeni, yeni yakın ve samimi münasebetler kurmaya başladık. Sayın Başbakan Tayyip Bey’in bu yöndeki çaba ve gayretleri gerçekten övgüye lâyıktır. Ancak daha henüz suyun başında olduğumuzu da asla unutmamak lâzımdır!.. Bizim, yânî Türkiye’nin Arap Dünyası ile barışık olmaması için gayret gösteren bazı tirajı yüksek gazeteler hemen her fırsatı anında değerlendirmektedirler. Meselâ; Arap turistler ne zaman İstanbul’a gelecek olursa, onlara karşı hoş tavır almamaktadırlar ve bu sebeple nice Arap turist küskün olarak ülkesine dönmüştür ki, bunlar sıradan turistler değildir. Yanlış anlaşılmasın. Ben bu hususta Araplar lehine çetele tutmuyor, sadece gerçekleri sergilemek istiyorum. Dahası benim Araplarla işim olmaz. Ancak, Türkiye’nin “Millî Menfaatleri” neyi emrediyorsa onu dikkate almak, hemen her gazetecinin asli görevidir inancındayım!... Türk halkının değil, Türk Milleti’nin dünya meselelerinden hiç mi hiç haberdar olmamasını isteyenler, Türk insanını arabesk bir anlayışa mahkûm etmişler ve aklına üç uğursuz nesne yerleştirmişler ve de işleyip durmaktadırlar.. Başta maddiyat, yânî para sevdası. İkinci: Futbol iyi dikkat edilecek olunsa; spordan ziyade toplum yerine toplumlar meydana getiren bir nesne olarak değerlendirilmektedir. Üçüncü ise; belden aşağı edebiyatla, toplumları “seks manyağı” hâline getirebilmek... Sorarım: Futbol sahalarında tribünlerdeki sıraları parçalamak, sopalarla ve hatta bıçaklarla sokaklarda yürüyüşler düzenlemek, düşmana saldırırcasına rakip takım taraftarlarına saldırmak vs. Bütün bunların sporla hiçbir alâkası yoktur. Bu doğrudan; “Dünya İhtilâl Hareketi” hesabına hemen her ülkede gençlerden kurulu isyankâr gruplar yetiştirebilme taktiğine dayanmaktadır. Çünkü, böylesi hareketler sadece kültür açısından geri kalmış ülkelerde değil: İngiltere, Fransa vs. ülkelerde de görülmektedir. Bir de “Zenci Futbolcu” modası bütün dünyayı tamamen tesir altına aldığı gibi, bizim ülkemizde de aynı hızla varlığını göstermektedir ve bizler nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzun hiç mi hiç farkında değiliz!... Şöyle ki Zenci Futbolcuların aşırı başarılı oluşları ırki harslarından kendisini göstermekte olup; Zencilerin yapı itibarıyla buna uygun oluşları dikkate alınmakta ve böylece; Beyaz Irkın kendine olan güveni, gururu bir şekilde aşağılanarak, sünepe bir sürü haline getirilmeye çalışılmaktadır ki, bunun başını da ABD çekmektedir. Bu sistem ilk, işgalden sonra Almanya’da uygulandı ve Alman ırkının bozulabilmesi böylece sağlanabildi. Şu an Almanya’da muhtelif ırklardan müteşekkil olarak karma duruma gelmiş Alman toplumu, böylesi bir operasyondan sonra kalkıp da: “Ben saf kan Almanım.” diyemez. Ben “Zenci düşmanı” asla değilim. Ve zaten benim insani anlayışım böylesi sakat düşüncelere iltifat etmeyecek derecede sağlamdır. Ancak, Zencilerin ülkemiz içinde tecridi de olsa her geçen gün biraz daha çoğalmaları, genç kızlarımızla evlenmeleri, onlardan çocuk sahibi olmaları, TV-Pop müziği programlarında her fırsatta Zencilerin ön plana alınmaları ve bilhassa TV’de gösterilen ABD filmlerinde Zencilerin her daim en üst mevkide, beyazlardan üstün vasıflara haiz olduğu imajı verilmesi vs. Bizim insanımızı kısmen de olsa, tesir altına alabilme eğilimine öncü olmaktadır. Unutulmasın ki, “İkinci Cihan Harbi”nden evvel ve Harp yıllarında gayet mahir şekilde sinemada uygulanan ABD propagandası, öylesine tutmuştu ki, adeta Amerikalıdan ziyade, Amerikalı kesilmiştik!.. ABD’nin ülkeler içinde uyguladığı yeni siyasî strateji: “Ülkeyi içten fethetmek” taktiğine dayanmaktadır. Şu hususu kesin kez bilmemiz ve kabullenmemiz lâzımdır: ABD ile İsrail “Orta-Doğu”da, bağımsız bir Türk hâkimiyeti kurulmasını katiyen istemezler. Çünkü, böyle bir durum, Arap ülkelerini ve bilhassa Filistin’i bağımlılıktan kurtaracaktır. İşte bunun için katiyetle istemezler. Onlar, ancak kendi dümen sularında olabilecek bir ülkenin göstermelik jandarmalığını arzu ederler ve zaten bu görüşlerinin dışında başka da şansları yoktur. Dolayısıyla, Türk insanı “Kadınlı, Erkekli” tamamen bozuk bir toplum durumuna gelmeden, Orta-Doğu’da liderlik şansı olamaz. Nitekim, Kafkaslarda da aynı durum varit olduğu için “Kafkas politikamız” pek sağlıklı yürümemektedir. Hem Kafkaslardaki daha zordur. Zira bir de Rus Federe Devleti mevzuatı vardır!... Unutmamak lâzımdır ki, Zenciler, Türkiye’yi keşfetmiş durumdadır. Bugün için fazlaca bir tehlike arz etmemelerine rağmen ileriki yıllarda hiç beklenmedik şekilde, yerden biten mantar gibi çoğalmış olabilirler hem de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sıfatıyla. İşte o zaman vay bizim hâlimize. Unutmayalım ki, Fransa ve İngiltere’nin yanı sıra ABD dahi; ülkelerinde Zenci çoğunluğundan şikâyetçi olmakta, ülke hâkimiyetini onlara kaptırmaktan korkmaktadırlar. Bizden hatırlatması!... İnşallah yeni bir yazımda buluşabilmek dileği ile cümle okuyuculara mutlu hafta sonu tatilleri dilerim efendim. Bu makale: (15 Şubat 2011 Salı günü yazılmıştır.)