Her derde çözüm...

Abone Ol

Ekim ayı sonu itibarıyla yatırım araçlarını incelediğimizde, döviz yatırımları hariç negatif oranları görüyoruz.
Yatırımlarımızın sonuçlarını değerlendirirken, şu konuları da özellikle irdelememizde fayda var:
Vadeli mevduat yatırımlarımızda, faiz oranını incelerken bizim elimize net olarak ne kadar bıraktığına bakmalıyız. Genelde bu yanılgıya düşülebiliniyor. Faiz gelirinde oluşan tutarın vergisi kaynağında, yani banka tarafından henüz tasarrufu yapanın eline geçmemişken kesilmektedir.
Net tutarın yanında bakmamız gereken, tasarruflarımızdan elimize geçen gelirin enflasyon karşısındaki durumudur. Ekim sonu itibarıyla enflasyon oranı yıllık %7,71 olarak açıklandı. Tasaruflarımızın yıllık geliri bu oranın altında kalıyor ise fayda sağlayamamışız demektir. Altında kaldığı oran kadar tasarruflarımız erimiş demektir.
Yine ilk 10 aylık dönemde diğer yatırımlara baktığımızda, gram altının %15 değer kaybettiğini görebiliriz. Borsa halen aşağı eğilimli. Bu dönemin parlayan yıldızı ise döviz idi. Seneye 1,79 TL ile giriş yapan USD, bugün 2,03 TL’de, net olarak %13 oranında getiri sağladı.
Döviz yıllardır bu kadar kazandırmamıştı. Doğal olarak da sağlıklı bir yatırım aracı olarak görmüyorduk. Bu sebeple dövizdeki bu artışı, faydaya çevirebilen çok fazla yatırımcı olmadı. Var olan yatırımlarımızda genellikle zarar eden enstrümanlarda yakalandık.
Peki, bu durumda ne yapacağız?
Üretken bir toplum olmamız, yukarıda saydığımız tüm verilerin pozitif sonuçlanmasını sağlar.
İmkânlar dâhilinde, çağın koşullarına uygun şekilde kendimizin üretime yönelmesi ilk tercihimiz olmalıdır. İmkânlarımız buna müsait değil ise, üretim yapan firmalara, üretimlerini artırabilmesi için destek veren ve piyasaları canlandırma yeteneği bulunan bankalarda değerlendirmeliyiz.
Üreticiler, kredi ihtiyacı duyduğunda, bankalarda rahatlıkla kredi bulabildiklerinde, üretimlerini daha da artırabileceklerdir. Bu sayede büyüme fırsatı bulabilecekler. Bu da ülkemizin büyümesini sağlayacaktır.
Tabii ki, bu büyümede dolaylı olarak tüm halka yansıyacaktır.  
Burada en önemli vazife BDDK’ya düşmektedir. Bugün Türk bankalarının %60’ı yabancı sermayenin elindedir.
Dışarıdan borç bulmakta zorlandığımız bu dönemlerde, halkımızın mevduatlarının kendi ülkemizde üretime katkı sağlayacak şekilde yönetilmelidir.
Bugün küreselleşme adı altında yürütülen ve tüm insanlığı tehdit eden bir ekonomi savaşının içerisindeyiz.
Bu savaşın da stratejileri, silahlı savaşlardan pek farklı değil. Ekonomik krizler de, sıcak savaşlarda patlayan bombaların etkisini rahatlıkla yaratabiliyor. Krizlerin ardından binlerce kişi işsiz kalmış ve ekonmik koşulların altında ezilmiş, pek çoğunun ailesi dağılmış, hapise girmiş ve hatta birçok kişi de intihar etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, son savaşının ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atarken özellikle Fransız devrim ve ideolejilerinden “solidarizm” yani “dayanışmacılık”tan etkilenmiştir. Dayanışmacılık; yeni Türkiye’nin inşa aşamasında temel omurgayı oluşturmuştur.
Bu sebeple, Türkiye’nin batıdan örnek aldığı ülke Fransa olmuştur.
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, muasır medeniyetler seviyesine gelebilmek için, batıdan alınabilecek referans noktası, yine bu temel’e dayandırılmıştır.
Savaş yorgunu ve yokluklar içinde, yeni Türkiye’yi oluşturmak çok ama çok zordu. Tam da bu dönemde “dayanışma” her derde çözüm olabilmişti. Varlığını sürdürebilmesi için, yeni dünyaya hızlıca adepte olması gerekiyor, bunun için ise parasal varlıklarını oluşturması ve artırması gerekiyordu.
Bugün geldiğimiz noktada, halkın çok fazla ayrışmalar içinde olduğunu herkes görebiliyor ve dillendiriyor.
Yeni Dünya’nın, bu yeni küresel savaşından, yine “dayanışma” içinde kalabildiğimiz kadar var olacağımızı ve güçlü duracağımızı unutmayalım.