Her çağda kendi doğrusunu kuran insanların inşa ettiği bir yaşam, sonsuzca değişme kapasitesine sahiptir. Kıtalar, iklimler, ülkeler değişmekte, yok olmakta. Umursanmayan savaş ve acı sürerken buna tanık olmak ve seyretmek ne kadar zorsa yaşamak daha da zor.

Herhalde milenyum kuşağı bu olsa gerek. İnsan inanılmaz bencil. İnsanlığı kurtarıyormuş izlenimi veren, atomu parçalayan, doğayı katleden, savaşan, kan döken bir zihniyet.

Kendi mezar taşını yazmakta, zaman bir sonun bitişine doğru hızla akmakta.

Zaman öyle ahir ki, (görünen) ile gerçeği zıt olan bir yaşam var çevremizde. Öyle ki toplum, tümüyle geçmişten koparılmış, hafızasız, iradesiz, sahte ütopyaların belirsizliklerle dolu tuhaf cazibesine kapılmış.

Bu devasa evren okyanusunda bütün mutsuzluk ve umutsuzluk onların eseri. Aslında onlarda sevgi yok. Çünkü sevgi sahibi olmak demek, şiddete, rekabete, bencilliğe, tutkuya yer vermemek demektir. Ancak sevgi varsa, barış vardır.

Herkes vahşi doğalarının gereği uygularken bu dünyayı anlamakta zorlananlar: 

Kuralsız bir dünya karşısında nasıl bir tavır alır. Bilincini ve tercihlerini nasıl yapabilir. Söylenenlerin ve yapılanların farklı olduğu bir geleceğe nasıl güvenir. Genel geçer ve mutlak bir doğruluğun olmadığı bir dünyada nasıl doğruyu bulabilir. Başkalarının sorumluluğunu nasıl duyar.

Herkes kendi düşmanını yaratır. Dünyaya kendi mezar taşını yazdıranlar, kederden muzdarip bu dünyayı anlamalı ki: 

Bu ıssız dünyayı aydınlatan, ona egemen olan bencillilik değil zekâdır. Fakat zeki bir beynin kendi varlığını sorgulayacak düzeye gelmesi için önce insan olması gerekir.

Anlamalı ki, burası bizim evimiz. Bu biziz… 

Bu yüzden bu yerkürede, terbiyeli cesetler gibi davranacak kadar ağırbaşlı olalım.