KÂFİR’İN DU’Â’SINI, KÂFİR’E YAPILAN DU’Â’YI, ALLAH KABÛL ETMEZ!

“El açıp du’â’ya layık olan ancak O’dur. O’nun dışında el açıp du’â ettikleri onların isteklerini hiçbir şeyle karşılayamazlar. Onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Halbuki, (suyu ağızına götürmedikçe) su onun ağızına girecek değildir. Kâfirlerin du’â’sı şüphesiz dalâlettedir (hedefini şaşmıştır).” (Ra’d 13/14) 

“Ateşte (cehennem’de) bulunanlar cehennem bekçilerine, “Rabbinize du’â edin, bizden bir gün olsun azabı hafifletsin! diyecekler. 

“(Bekçiler;) Size Peygamber’leriniz açık açık delil getirmediler mi? derler. Onlar da; Getirdiler cevabını verirler. (Bekçiler ise); O halde kendiniz du’â edin, derler. Halbuki kâfirlerin yalvarması - Du’â’ları boşunadır.” (Gâfir 40/49, 50) 

(Hazene (bekçiler) kâfirlere “siz yalvarın derken” şefaat etmeyeceklerini ifade ediyorlar.) 

Kâfirler, ya gerçekten ibâdet ve du’â etmeye lâyık olan Allah’a du’â edecekler. Allah, aslâ, bunların du’â’larını kabûl etmeyecektir. Ya da, ibâdete ve du’â’ya lâyık olmayan taşlara, tunç’lara ve bir kısım cemadata duâ edeceklerdir ki, bunlar zâten hiçbir şeye cevap vermeye muktedir değillerdir. 

Sosyal medya denilen haberleşme ve iletişim yaygınlaştıktan sonra, Türk Dili kısırlaştırıldı. Yazılı ve görüntülü matbuat’da takribî, üçyüz kadar kelime ile yazılıp konuşulduğundan, Türk Dili iyice fakirleşti. Eskiden bir Müslüman vefat ettiğinde, yakınları, akraba ve komşuları, ta’ziye için, “Başınız sağolsun, hüküm Allah’ın, emir Allah’ın,” derler, vefat eden için de “Merhûma Allah rahmet eylesin, nûr içinde yatsın!” denilirdi. 

Gayr-imüslim birisi öldüğünde de, komşuları ve dostları, tarafından “Müteveffâ’nın toprağı bol olsun,” denilirdi. 

Artık hayatta olmayan bir mü’min ve mü’mine, herhangi bir vesiyle ile anıldığında, “Merhûm-Merhûme,” diye anılır, gayr-imüslim birisi de, “Müteveffâ” diye anılır, Müslümanlar için, “Allah rahmet etsin, nur içinde yatsın,” denir, Eğer gayr-imüslim, bir şekilde anılacaksa, “Müteveffâ, falanca denilir, sonra da toprağı bol olsun,” denilirdi. 

Yakın bir zaman önce İstanbul’da, Ermeni Asıllı, Türk Fotoğraf’çı ölmüştü. Kendisi Hıristiyandı. Nitekim, cenaze merâsimi Üç Horon Kilisesi’nde yapıldı. Şişli Ermeni Mezarlığı’nda gömüldü. 

Ta’kîp eden günlerde, yazılı ve görüntülü matbuatta, siyâsetçiler, sözde san’atkârlar, istînasız, “Merhum, rahmetli, Allah rahmet etsin, nur içinde yatsın,” tarzında, “Toprağı bol olası, Müteveffâ’yı anıyorlardı. 

Bu satırlar yazılırken, televizyon kanallarına bir haber düştü. Eski bir opera ve tiyatro san’atçısı hanım’ın 90 yaşında vefat ettiği, “Alt yazıyla, Son Dakîka,” haberiyle veriliyordu. Dikkati çeken, 90 yaşında bir opera ve tiyatro san’atçısı bir hanımın vefatı değildi. Bu Hanım’ın vefat haberi, vasiyeti üzerine toprağa gömüldükten sonra duyurulmasıydı. Öyle anlaşılıyor ki, cenaze namazı kılınmamıştı, kilise’de veya havrada kendisi için bir merâsim yapılmamıştı. Herhangi bir Müslüman Kabristanlığı’na veya Hıristiyan Maşatlığı’na, yâhud Yahûdî Mezarlığı’na da gömülmemişti. Belli ki, cesedi yakılmış külleri havaya savrulmuş, ya da, yakınlarından sadece iki-üç kişinin bildiği bir yerde bir çukur kazılmış oraya gömülmüştür. 

Ölü’nün oğlu, “Zâten, Annem’in hiç bir dinî inancı yoktu,” diye açıklama yapmış ve vaziyeti vuzuha kavuşturmuştur. 

Yıllar öncesiydi. İstanbul’da, sinema-tiyatro artistlerinden, ba’zı, gazeteci makûlesinden bir tâife, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na müracaat ederek, “Bizler, hiç bir dine, hiç bir ma’nevîyyâta mukaddesâta inanmıyoruz. Öldüğümüzde, bizlere, gasil, kefenleme, cenaze namazı, du’â, Kur’ân okuma ve Müslüman Mezarlıklarına defn gibi, hiçbir dinî merâsim istemiyoruz. Büyükşehir Belediyesi’nin te’sis edeceği Krematoryum’da (Ölü yakma fırını) yakıldıktan sonra küllerimizin Boğaz üzerine savrulmasını talep ediyor, en kısa zamanda bir Krematoryum’un yaptırılmasını rica ediyoruz,” diye dilekçe vermişlerdi. 

Ve yine yıllar öncesiydi. Aziz Nesin adında bir gazeteci-yazar vardı. “Ben Allah’a, Resûlüne, kitaplara ve hiçbir mukaddese inanmıyorum. Öldüğümde kesinlikle, bana dinî icapları yerine getirmeyin, beni herhangi bir Müslüman Mezarlığı’na da defnetmeyin. Beni hiç kimsenin bilmeyeceği-bulamayacağı bir çukura atın, üzerine de herhangi bir işaret, mezar taşı gibi taşlar koymayınız,” diye vasiyet etmişti. 

Vasiyeti, oğulları tarafından yerine getirildi. Yıkanmadı, kefenlenmedi, namazı kılınmadı, herhangi bir dinî merâsim icra edilmeden, Çatalca’da bulunan, yurdun geniş bahçesinde kepçe ile, sekiz on derin çukur kazıldı. Cesedi kepçenin küreğine konulmuş, kepçe operatörü’nün gözleri sıkı sıkıya bağlanmış, kazılan çukurlardan birisine atılmıştır. Kepçe Operatörü, gözleri bağlı olarak bütün çukurları toprakla doldurmuş, düz hale getirmiştir. Kepçe operatörü bile hangi çukura atıldığını bilmiyor. 

Her ikisi de küfürlerinde ne kadar samîmî imişler! Keşke, bütün Müslümanlar da, Dînî inançlarında bunlar kadar samîmî olabilseler!... 

Müslümanlar, gayr-imüslimler için, sadece, hayatta olanlara, “Allah hidâyet nasîb eylesin! (Allah sana doğru yolu göstersin ve doğru yola iletsin,” diye du’â edebilir. Hâşâ! “Allah rahmet eylesin, Allah mağfiretiyle muamele etsin,” gibi du’â’da bulunamaz. “Allah, kendisine şirk koşulmasını, şirk koşanları, aslâ, afvetmez.” Allah’ın aslâ afvetmeyeceği insanlar için Allah’ın rahmet ve mağfiretini talep etmek, hiç bir mü’mine yaraşmaz. 

Resûl-i Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz: 

Tâif’de Zeyd İbn-i Hâris ile birlikte, müşrikler tarafından kışkırtılan çocuklar tarafından taş yağmuruna tutulup, Zeyd İbn-i Hâris ile birlikte yaralandığında, Uhud Muharebesinde müşrik’lerin attığı oklarla Mübârek Dişleri (Rubâiyesi) şehîd edildiğinde de ve başka yerlerde, kavmi (Kureyş) tarafından dayanılmaz ezâ ve cefâ’ya ma’ruz bırakıldığında da, hep, “Allahüme Ehdi Kavmî Fe İnnehüm Lâ Ya’lemûn,” (Allahım! Kavmime (Kureyş’e) hidâyet nasîp eyle, Şüphesiz, bu zulümleri bilmeden yapıyorlar.) diye du’â ediyordu. 

“(Resûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 21/107) Resûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem, bütün âlemlere rahmet olarak gönderildiği için, “Merhamet Peygamberi olarak, bütün eza ve cefâ’ya rağmen yine de kavminin helâki için du’â’da bulunmamıştır. 

“Allah, kâfirlerden bir taraf’ın (eşrâf, liderler, kumandanlar) bir kısmının kökünü kessin veya onları perişan etsin, böylece bozulmuş bir halde dönüp gitsinler –ki, bu işte senin yapacağın bir şey yoktur- yahut (Müslüman olsunlar da) tevbe’lerini kabûl etsin, ya da (ısrar ederlerse) azap etsin, diye (Allah Bedir’de size yardım etti). Çünkü onlar zâlimlerdir.” (Âl-i İmrân 3/127, 128) 

Uhud Günü, Utbe İbn-i Ebî Vakkas attığı bir ok’la, Resûl-i Ekrem Efendimizin, üzerinde iki zırh olmasına rağmen, zırhın alnı örten kısmındaki bir delikten-açıklıktan, Rubâiye denilen sağ alt çenesindeki Mübârek dişlerini şehîd etmişti. Bir taraftan, eliyle yüzündeki kanı siliyordu. Ebû Huzeyfe’nin kölesi, Salim yüzündeki kanı suyla yıkarken, “Allah’ım Peygamber’leri onları Rab’lerine da’vet ederken, onlar, Peygamber’lerinin yüzünü kanla boyuyorlar. Böyle bir kavim nasıl kurtulur,” diye sesleniyordu. 

Sâlim bin Abdullah, babası Abdullah bin Ömer’den rivâyet etti ki: Resûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem, “Allahım! Ebû Süfyan’a, Hars bin Hişâm’a, Safvan bin Ümeyye’ye la’net et! diye du’â etmişti de yukarıdaki âyet nâzil olmuştu. 

Bundan başka, Uhud’da, Haz.Hamza’nın şehid edilmesi, Bi’r-i Me’ûne ehli gelip Resûlullah’a, “Bize Kur’ân-ı ta’lim ve tefsir edecek muallimler gönder,” dediler. Peygamber’imiz, Ashab’ın önde gelenlerinden, Kur’ân hafızı ve tefsircisi 40 kişiyi gönderdi. Âmir bin Tufeyl, askerleriyle onları tuzağa düşürüp hepsini şehid ettiler. Bu hadise de Sevgili Peygamber’imizin ziyâdesiyle acı duyduğu, en fazla gamlanmasına ve gadaplanmasına sebeb olan bir hadise olmasına rağmen, kendisine la’net izni verilmemiştir...