Yağmurun sesiyle uyandığım bir sabahın ayak izlerinden bahsedeceğim size.

Günlerden yağmur bulutu öykünmeleri. 

Çisil çisil dökülüyor yağmur damlaları gökyüzünden. Penceremin önünde kulaktan kulağa konuşurcasına minik sesler çıkarıyorlar. İrili ufaklı ardı sıra camlara vurarak biz geldik diyorlar adeta. Şiirler fısıldayan damlalara inanır mısınız? Ben inandım her damlayı harf harf sineme öperek bastım.

Kapatıp kendimi dünya telaşlarına, huşu içinde uzun uzadıya yağmur damlalarının süzülüşünü izliyorum. Yüzüme ve ruhuma yayılan geniş bir gülümseyişle seyrine dalıyorum. “sevmek bu olmalı “ diyorum usulcacık.

Düşünüyorum sevmenin çeşitliliği üzerine. Acısını, kırgınlığını, huzurunu, mutluluğunu. Zihnimin çukurlu yollarında gözlerim, yaş birikintisi dolu.  Dili geçmiş zamanın anılarına takılıyor ayaklarım. Çocukluğumun yara bere içindeki dizleri tekrar kanıyor.  Yağmur damlalarıyla yaralarıma şefkat basıyorum. Artık öğrendim zamanla kabuk bağlıyormuş diz kapaklarındaki yaralar. Öpünce de geçmiyormuş ruh kapaklarındaki yaralar.  

Gökyüzü düşlerine sığınan çocuk yanıma grı bir kıyı adeta. Pencereyi açıyorum yüzüme düşen yağmur tanelerinin yanaklarımdan süzülüşü, sevmek gibi dokunuyor hüzünle karışık mutluluğuma. Hoş geldiniz diyorum hoş geldiniz ruhuma.

Hani birçoğumuz deriz ya ‘’keşke çocuk kalsaydık’’ o çocukluk günlerinin safiyane yanıyla haşır neşir olduğumuz, dünyadan bihaber sek sek adımlarımız uçarı hayallerimiz yani büyümeyen yanımız.

Kirlenmemişliğimiz yani ve ah…

Sevmenin en özlenilen hali bu sanırım. Büyümesini istemiyoruz içimizde ki çocuğun. Ya sevmekten vazgeçerse diye endişeleniyoruz. İşte bu endişeyi taşıyorsanız bilin ki kalbiniz hala çocuk. Dünyayı, insanları, hayvanları, otu, böceği, yağmur damlalarını, sevebilecek kadar umutlu.

Sevmek neydi sahi?

Sessiz bir akşamüstü gelen ılık esinti miydi?

Yüreğimize çizdiğimiz resimler miydi?

Uzaklar mı, yakınlar mıydı?

Bir tebessümle başlayan hayat hikâyesi miydi?

İnanmak, güvenmek, sığınak aramak mıydı?

Neydi sevmek?

Kokusu, rengi, dili, dini var mıydı sevmenin sahi?

Ya, emeksiz sevmek!

 Neden besleniyordu sevgi. Güvenden mi? 

Sadakatten mi?

Şımarık bir gülümseyişten mi?

Huzur veren bir bakıştan mı?

Bilmediğin bir bedene gizlenmek miydi?

Bilmediğin bir kokuyu her gün genzinde hissetmek miydi?

Gitmek isteyip de gidemediğin yurdun muydu sevmek?

Ana kucağı sıcaklığı mı?

Ya da bir babanın merhameti miydi?

Soluk soluğa bir direniş miydi?

Vazgeçememek mi?

Dili lal zamanlardan geçiyoruz, kimsenin kimsenin hüznünü görmediği, bencilliğin dost göründüğü zamanlardan. Sevmekten vaz mı geçiyoruz diye düşünüyorum bir an.

Pencereden yağmuru seyrederken, yağmur vurgunu bir serçeciğin pencere pervazına sinmesiyle gözlerini mabedim eyliyorum.

Hayır diyorum sevmek bu. İnsanın doğasını çirkinleştirenler olsa da sevmek gözlerini gözlerime mabet eyleyen serçenin ürkek sessizliğiydi. Sevmek bana gelişiydi. Aklım fikrim biçimlenemeyen kavramlarla dolmaya başlamış ve aykırı kaideler içinde debelenirken yağmuru sevmiştim. Serçenin gözlerimi yurt eyleyen telaşına.

 Buğulu pencere ardında küçücük bir serçeyle anlaşabilmekti ve güzelleşmesiydi dünyanın beş on dakika.

Sevmek kirpiklerime tutunan iki kanat sesiydi gitmesini istemediğim. Dünden dokunuşlardı, yarına umutlanmaktı. An’ı  iliklerime kadar hissetmekti.

Sevmek için bir neden aramaya gerek yok. Kalp sever kimya kabul eder. ‘Fıtrattır’ der bazılarımız.

Sevmek zaafıydı insanoğlunun öyle ya.

Sevmek “bir tohumun kayalıklar altından maviye bakmasıydı “aşk ile.

Saksıda çiçekler, pencere pervazında kuşlar, sehpada örtüler, bol telveli mis kokan kahve, ince belli bardakta demli çay, ocakta aş, çocuk sesleri, radyoda ruhu okşayan incelikli bir şarkı, kavuşması olan bir şiir, yürekte yara soluk aldıkça kanayan, aynada ben sen o. 

Sevmek! Adına AŞK deyin SEVGİ deyin ne derseniz deyin.

Sevmek diyorum azizim

İnsanoğluna sunulan en büyük nimet…