İsimlerini duyunca “o öyle büyük bir şey ki…” diyebileceğimiz ya da derin derin düşüneceğimiz olguları, klasikleştirerek rengârenk olması gereken yaşantımızı farkında olmadan siyah beyaza hatta çoğu zaman tamamen siyaha çeviriyoruz. Anlam çıkarmak, keyif almak veya etkilenmek yerine sayfalarca olan metinin sadece başlıklarını okuyarak kısa çözüme gidiyor ve tamamlanması olmazsa olmaz diyebileceğimiz nice maddi manevi hislenişleri yarım bırakarak kaybediyoruz…
Anlamsızlıklar üst üste binince haliyle ardı arkası kesilmeyen nefret ve monotonluk başlıyor; harika, şahane, mükemmel gibi tepkiler yerini bıktım, sıkıldım, bunaldım gibi daraltılara bırakıyor.
Hayatın anlamını bilmeden yaşamaya çalışıyoruz, anlamı sorulduğunda ilk aklımıza gelen sıkıntı oluyor. Doğayı ormanlarla kısıtlıyoruz sadece. Edebiyat denilince çoğumuzun aklında şiir beliriyor hemen. Okul denilince küçük yaşlarda yazılı, sözlü; üniversite çağlarında ise vize ve finallerle özetleniyor. Deniz genelimiz için yüzmek ve kumsalında güneşlenmek fiilleri ile sınırlı ha bir de dalgası vardı değil mi? Ev denilince beton yığınından oluşan ya olabildiğince lüks bir villa ya da küçük şirin bir müstakil, gecekondu da bir ev bu arada ayrıntıları atlamayalım. En felsefi yaklaştığımız olgu ise müzik. Oda artık ilkokul çocuklarının bile bildiği ruhun gıdası olduğu, çalgı aletleri, solistler ve notalar. Birde müziksiz yaşanmaz ilkesi. Dünyayı ise sadece ülkelerden ibaret görüyoruz.
Yazarı, şairi olduğumuz en büyük manevi olgu ise aşk. Karşı cinse beslenen güzel düşünceler, hasret, kavuşmalar, aşırı bağlanma vs. vs. Farklı açılardan bakmak ve hayal dünyamızla manevi olgulara anlam zenginliği katmak istemeyiz nedense hiç.
Hayatın bizden istediği tek şeyin sayfaları sindire sindire okuyup yavaş yavaş çevirmek olduğunu anlamayız çoğu zaman.
Mesela müzik benim için kalbin içinde küçük bir kalp daha çıkması, hayal dünyasında gelişen düşüncelerin insanların üzüntü ve mutluluklarına ortak olması hatta direkt etkide bulunmasıdır.
Aşk’a gelince; Şimdi siz küçük yaşlarda hep hayalini kurduğunuz mesleki kimliğinizi kazandığınızı düşünün. İlk iş gününüz; patron, müdür ya da şefiniz sizin yanınıza gelip, 40 yıl boyunca ölmeyeceğinizi ve bu süre zaafında hep aynı mesleği yapacağınızı söylesin, hemen ardına da 40 yıllık hizmet karşılığınızı zam ve primler hariç; peşin mi yoksa maaş şeklinde mi almak istediğinizi sorsun. Eminim hepiniz hazıra dağ dayanmaz mantığıyla yaklaşıp primleri ve zamları da düşünerek maaş şeklinde almak istediğinizi söyleyeceksiniz. Burada mesleğiniz; eşiniz, işiniz; eşinize duyduğunuz aşkınız, prim ve zamlar ise özel günleriniz olsun. Ne başka bir işe yönelin nede işinize verdiğiniz emeğin karşılığını hızlı harcayarak bitirin. Güzelliklerin umursamaz bir şekilde harcanıp klasikleşerek anlamını kaybetmesinin önüne geçin.