İstanbul Üniversitesi’nde talebeydim o sıralar. Muhterem Mehmed Şevket Eygi Beyefendinin sahibi olduğu “Bugün” gazetesinde çalışıyor, ikinci sayfa için gönderilen yazıları hazırlıyor, ayrıca kendim de yazılarımla katkıda bulunmaya gayret ediyordum.

Hemen belirteyim ki mânen ağabeyimiz sayılan muhterem Mehmed Şevket Eygi Beyefendinin özellikle çalıştırdığı üniversiteli gençler -ki aralarında ben de vardım- onun sayesinde üniversiteyi okuma imkânı bulabilmişlerdir. Onun, çalışan gençlere gösterdiği müsamaha, tolerans ve hoşgörü her türlü takdirin üstündedir.

Nitekim Mehmed Şevket Eygi ağabeyin, o anlayış kanatları altında tahsilimi tamamlayabilen gençlerden biri de bendim. Kendisine bu bakımdan hepimiz minnettar ve müteşekkiriz. Teşekkür borçluyuz.

x

İşte Muhterem Eşref Edib’le bu vesileyle karşılaşmış ve artık onun bürosunun müdavimi olmuş. Büroya sık sık uğramaya başlamıştım. Her fırsatta bürosuna gidiyor, sohbetlerde bulunuyor, neşriyatına yardımcı oluyor. Yazdıklarını tashih ediyor düzeltiyordum.

Kimler gelmiyorduki büroya, son devrin mümtaz ve seçkin şahsiyetleri. Çok seviyeli sohbet ve konuşmalara şahit oluyor, bilgi ve görgüm gittikçe artıyordu.

Eşref Bey her fırsatta gelmemi istiyor, arayı uzattığım zamanlar âdeta hesap soruyor: “Oğlum diyordu, burası ‘ocak’tır. Buradan kimler gelip geçmedi ki, burası mekteptir. Kimler burada yetişmedi ki, sakın ihmal etme! Her fırsatta gel! Gelenleri dinle. Kitapları oku. Dergilerin eski sayılarını karıştır.”

Nitekim kitap rafları Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad dergilerinin ciltleriyle doluydu. Ve büyük bir yekûn teşkil ediyordu. Ayrıca Eşref Edib Beyin nâşiri / yayıncısı bulunduğu Âsâr-ı İlmiye Kütüphanesi adına yayınladığı eserler de vardı.

Eşref Edib Beyin çok işlek fakat çok zor okunan Osmanlıca el yazısı vardı. Osmanlıca / Eski Türkçe olan bu yazıları bana verir. Yeni Türkçeye çevirmemi ister “Bugün” gazetesinde yayınlatırdı.

x

İşte Cağaloğlu bilhassa o zamanlar Türkiye’nin beyniydi. Düşünen kafasıydı. Gören gözü, işiten kulağıydı. Zaten “Bâbıâli” denen Osmanlının başbakanlık binası da oradaydı. Ki bugün aynı bina İstanbul valiliğine mekânlık yapıyor.

x

Yahya Kemal’in dediği gibi “Bir semtini sevmek bile ömre bedel”di. “Ankara’nın nesini seviyorsunuz?” diye sorulunca üstad Yahya Kemal Beyatlı şu cevabı vermişti: “İstanbul’a dönüşünü!”

Her gidilen yerin en güzel tarafı -kutsal beldeler hariç- İstanbul’a dönüşü olsa gerek diye düşünüyorum.

Asrın Âlimi’nin dediği gibi “İstanbul dünya Cenneti”ydi. Eğer Cennet ille de dünyada bir yere kondurulacak; ille de bir yere benzetilecek olursa, o yer ancak İstanbul olabilirdi.

Nitekim Sn. İskender Pala, İstanbul karşısında büyülenen, âdeta nutku tutulan roman kahramanını şöyle konuşturur:

“Anlat! dedi. Anlat bana, bir şehir nasıl bu kadar güzel olabilir ve neden bu kadar güzel olabilir? Tanıt bana! dedi. Bir bir söyle bana sırlarını kentin; mahallelerini, köylerini göster bana.”

x

İşte kaptırmıştım kendimi İstanbul’a öylesine,

Bir aşkla seviyordum ki onu, çok, ancak ölesiye.

Nitekim rahmetli amcam okuyamamıştı. Ama ârifti. Her vesileyle: “Gök kubbenin altında İstanbul gibisi yoktur!” der de başka bir şey demezdi.