Acz ve fakri çok olan insan, en önce bunu kabule muhtaçtır. Bu yargının muhatabı, bizzat nefsimiz. Hemen hepimiz kalbi hastalıklarımızla mücadele etmekle vazifeliyiz. Biz kalple ilgili zafiyetlerimizi yendikçe, ruhumuzun güçlendiğine şahitlik ederiz. Sünnetullah kuralları değişmez bu böyledir, gayret olmadan ilahi yardım gelmez.  

Ruhumuz, başta bu kalbi hastalıklarımız sebebiyle husumetler, musibetler, belalar karşısında çoğu kez bitap düşüyor, yenik düşüyor. İnsan cüz’i irade ile belaları def etme cehdinde, mücadelesinde çoğu kez ağır tahribata maruz kalıyor. Bu mevzuda yerinde bir misal  “Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın kıssa-i meşhuresinin hülâsası:

Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı, gece dağdağalı, karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette.

Karanlıklar içinde niyaz etti: “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.” (Enbiyâ Sûresi: 87.)

Rabbine şöyle niyaz etmişti: “Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiyâ Sûresi: 83.)  Hadisenin cereyan halinden daha da önemlisi, insanlık tarihinin ilk gününden bu yana ve sonsuza kadar sürecek olan bu acziyet, insanoğlunun yaratılıştaki vasfının tezahürüdür. İnsan ilahi bir yardım olmadan başına gelenlerle mücadelede galip gelemez. Yalpalar, sendeler, düşer ve tüm bu kaotik halin içinden çıkma gayreti tükenir. Ve bugün psikoloji ilminin sıkça bahsettiği ‘Tükenmişlik sendromu’ ile karşı karşıya kalması olasıdır. 

İnsan tabiatın dağdağasını aşıp düze ulaşmak niyeti ile rahmana sığınır, dilini çözer, kalbini eğer ve ilahi rahmetin tecellisini bekler. Bir başka tabirle yönelir, sığınır, teslim olur. Çünkü o rahim-i zat-ı zülcelal (Rahmeti herşeyi kuşatan sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Zât), her şeyi yaratan ve her şeye hükmü geçendir. Ve kullarına karşı merhamet edicidir. 

Yağmurlu ve fırtınalı bir havada, gecenin yarısında, denizin ortasında, balığın(hut, büyük balık) karnında insanın biçare kalışı, tüm insanlığa vaziyetini göstermek bakımından ibret vericidir. Ve o "Zül Celali Vel İkram" hem celal sıfatı ile gazabını gösteren fakat tövbe edip, salih amel işleyenlere sonsuz ikram edendir. Bediüzzaman ,‘Lemalarda’ hadiseyi hem tasvir ediyor, hem engin ilmi ile yorumluyor:

Şu münâcâtın sırr-ı azîmi şudur ki:

“O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hut ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı. Demek esbabın tesiri yok.”

 Pekala, aczinin ve fakrının farkına varan insan da çok boyutlu algısal değişim ve dönüşümler başlayacak, buda onun hareket ve tutumları ile belirecektir. Ulvi maksatta budur. İçe yolculuğun bir yolu da budur. Kendimizi hakkıyla tanıma ve tanımlama bu vasıta ile mümkündür. Birçok kâlbi hastalıkların tedavisi bu yolla mümkündür.

 İnsanoğlu dünya hayatında,  zorlu bir gecede, okyanusun ortasında, büyük bir balığın karnında olduğunu (yani aczini ve fakrını) bilirse, hayat serüvenini anlamlandırmaya dair sorulara hakikatli cevaplar bulabilecektir. Ben kimim, neden buradayım, yolculuğum nereye gibi sorularına anlamın bütünlük kazandığı tevhidi cevapları verebilecek. Ve bu cevapları içselleştirecek, Rıza-ı İlahiye giden bu mübarek yolda adımlar atacaktır. 

Kin, kibir, nefret, Haksız Tarafgirlik, menfaatperestlik, hodbinlik ve ruhlarımızı müteessir eden cümle fena fiiliyatı terk etmek. Kısacası Rıza-ı İlahinin önündeki bütün gayeleri terk etmek  tabiri yerli yerincedir. Akıl sahibi insan takdir eder ki hiçbir sonuç sebepsiz, hiçbir eserde ustasız olmayacaktır. Bu yüksek şuur ile kâinatı temaşa etmek, büyük ruhi kazançlara kapıları aralamak demektir.Kainatın eşsiz dengesi ve rabbin sanatı farikasını idrak eden kul, onun her şeye malik ve kadir olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalacaktır. Görülecektir ki, “Havl ve kuvvet, ancak her şeyden yüce ve nihayetsiz azamet sahibi olan Allah’a aittir.”(Lemalar s.11) Bunca hakikatten nihayet Rıza-ı İlahiye mahzar olmak, onun önündeki dünyalık gayelerden vazgeçmektir. Bu da ancak kalbi hastalıkları ile mücadele eden kişiye özeldir. 

Rabbin bunca sevgisine mazhar olan beşeriyet, müspet ve menfi kanalların idrakini sebep ve neticelerini öğrenebilsin, tavır ve tutumlarını bu çerçevede geliştirsin diye cüz’i bir iradeye malik kılınmıştır.  Menfi tutumların istikametine temayülleri olan insan bu levsiat hükmündeki temayüllerinin belini kırma adına hak dergâhına iltica etsin diye dua kapısı kendisine ardına kadar açılmış. Bununla da kendine apayrı boyutta bir nimet takdim edilmiştir. Yüce Yaratıcının beşeriyete takdim ettiği armağanları hafızamızın gücü ile sınırlandırmak hata olacaktır. Bu itibarla takdir edilecektir ki gerçek seven sevdiğinin iyiliğini arzu eder. Bu cümleden kasıt asla rabbimizin sevgisini sorgulamak değil aksine tekrar beyan etmektir. Yüce rabbimiz Fecr suresi 28 ve 29. Ayeti kerimelerinde “ Dön rabbine, razı etmiş ve razı edilmiş olarak! Gir kullarımın arasına!” diyerek, kullarını ebedi mutluluğa böylece sevk ediyor.

Üstad Bediüzzaman’ın beyan ettiği gibi her şeyden ve herkesten evvel sözü ilk önce nefsimize söyleyerek başlarız. İnşallah, sözden hâsıl olacak olan faydadan nefsimize pay çıkarmadan bitiririz. Ebedi mutluluğa erebilmek için sahili selamete çıkabilmek için dünyaya bendelik etmek yerine, Allah’a kulluk etmeyi tercih etmeliyiz. Kulluk bilincini sadra yerleştirene kadar uğraşmalıyız. İlahi yardımı celb ettirene kadar gayret göstermeliyiz. Aklımızdan çıkarmamamız gereken hakikat ‘İnsan iki esaret arasındadır’. Ya balığın karnında yaşamaya devam edeceksin ya da teslimiyetini ifa edeceksin. 

Büyük Doğu fikriyatının kurucusu Üstad Necip Fazıl’ın “Asıl hürriyet, Hakka esir olmaktır.” derken teslimiyetin, hürriyet olduğu hakikatini dile getirmektedir. Teslimiyetini icra eden, hakiki hürriyetin sahiplerinden olmamız duası ile…