ABD ile müzakere konusu “Güvenli Bölge”, Türkiye’nin yaklaşık 40 yıllık terörle mücadelesi, arazi şartları ve Orta Doğu merkezli küresel stratejiler dikkate alındığında gürvenlik açısından son derece tehlikeli bir durum ortaya koymaktadır. Öneride uzlaşıldığı takdirde dahi yüzlerce kilometrelik sınır hattı boyunca 32 kilometre derinlikteki alanın Türk askerinin kontrolüne bırakılması, ilk bakışta kulağa hoş gelebilir. Ancak bunun diğer anlamlarını dikkate aldığımızda felaket senaryoları karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan bazıları:

  • “Güvenli Bölge” konusunda Türkiye ile ABD’nin anlaşması, Suriye’nin hukuken parçalanması yönünde bir adım demektir. Daha önce BM Güvenlik Konseyi’nden bu yönde karar çıkartma teşebbüsleri iyi ki sonuçsuz kalmıştır. Bugün her ne kadar Suriye fiilen paramparça olsa da Uluslararası Hukuk anlamında ülkenin birliği devam etmektedir. Temel strateji olarak Suriye’nin parçalanmasını belirleyen ve bütün politikalarını bu yönde oluşturan güçlerin başında İsrail olduğunu, ABD’nin ise bu lobiden yakasını kurtaramadığını herkes bilmektedir. Bu dumanlı havada Ermeni ve Rum lobileri de yerlerini almıştır.
  • Türkiye’nin öncelikli talebi, 32 kilometre ötesinde YPG/PYD/PKK’ya alan bırakılmamasını ABD-İsrail ancak kağıt üzerinde kabul edebilir. Aynı merkezin (üst aklın) denetimindeki terörist gruba IŞİD, Boko Haram, HTŞ için olduğu gibi mesela SDG elbisesi kenarda bekletilmektedir. 
  • Böyle bir anlaşmanın doğal sonucu olarak 32 kilometre ötede, resmen ABD kontrolünde, fiilen terör örgütlerinin cirit attığı bölgenin varlığı kabullenilmiş olacaktır. Bu durumda terör grupları Kandil’den çok daha geniş bir araziye sahip olacaklardır. Bu bölgeye yığılan cephane dikkate alındığında uzun vadeli ve kapsamlı bir savaşın hedeflendiği açıktır.
  • Yüzlerce kilometre uzunluktaki bölgenin Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından denetimi, dar şerit boyunca birçok karakollar ve kontrol noktaları ile mümkün olabilecektir. Afrin ve Zeytindalı operasyonlarında başarısı sabit olduğu halde şerit boyunca görev alacak TSK mensupları açısından son derece kritik bir durum sözkonusu olacaktır.
  • Her ne kadar Beyaz Saray, bir an önce bölgeden askerini çekmek istiyorsa da Pentagon, Senato, CIA üzerinden güçlü lobilerin duruşu belirleyici olacaktır. Afrin ve Zeytindalı bölgelerinde belirli bir istikarın sağlanmış olmasına karşın Fırat’ın doğusundaki şartlar ile küresel lobilerin hesapları ve stratejileri çok daha kapsamlıdır. Bu gerçekten hareketle bataklığa sürükleme, hatta bataklığa çekilme sözkonusudur.

Türk halkı ve askeri, ülke bütünlüğü, bağımsızlığı ve güvenliği için her türlü riski göze almaya hazır olup bu uğurda savaşmak ve ölmek de vardır. Bununla beraber bölge şartları, uluslararası konjonktür ve Uluslararası Hukuk gerçekleri dikkate alındığında güvenliğin diken üstünde olduğu görülmektedir. Hemen her gün şehit cenazeleri, haberlerin başında yer almaktadır. Türkiye’nin en büyük çıkmazı ise Suriye yönetimi ile diplomatik ilişkilerinin kopuk olmasıdır. Halbuki bugüne kadar elde edilen kazanımların (kayıpların asgaride tutulmasının) arkasında Rusya ile iyi ilişkiler bulunmaktadır. Şam rejimini ayakta tutan esas güç ise Rusya’dır. İsrail’in kaypak politikaları ayrı bir konudur.

Komşu Şam’daki yönetimi tanımadığı halde binlerce kilometre ötedeki hamisi Rusya’ya güvenerek askerimizi ateş hattına göndermenin önemli riskleri bulunmaktadır. İdlib konusunda ve diğer birçok olayda olduğu gibi Rusya her an yeni bir strateji belirleyebilir, ABD ve İsrail ile olduğu gibi terör örgütleriyle anlaşabilir. Buna karşın Suriye’nin egemenliği, ülke bütünlüğü ve güvenliği temelli, Şam ile işbirliği içindeki Ankara duruşu, birçok sorunu kökten çözebilecektir. En azından bundan sonraki zayiatın daha hafif kallmasını sağlayacaktır.

ABD-İsrail’in nihai hedefi bölgede uydu devlet kurmak olup bunlar resmi belgelere yansımış, gerekli hazırlıklar da yapılmıştır. Bu durumda ABD’nin vereceği her söz, imzalayacağı her belge taktiksel ve zaman kazanmaya matuf olacaktır. Bölgede bir dönemin söz sahibi Fransa, kaybettiklerine kısmen de olsa sahip olmak üzere ABD yanında yer almıştır. Göndereceği askerlerin önemli bir kısmı, Fransa vatandaşı Ermeniler olacaktır. İngiltere ise her zamanki kaypaklığıyla muhtemel getirilere kapısını açık tutarken riske girmek istememektedir. Almanya ise Siyonist lobinin tuzaklarına karşı kapısını kapatmıştır. Bununla beraber Doğu Akdeniz’deki stratejilerin de bir parçası olarak Fırat’ın doğusunda Arap ülkelerininde katıldığı karmaşık bir yapılaşma ilerlemektedir.

Şam yönetimi ile köprüleri yeniden kurabilen bir Türkiye, Rusya ve İran’ın da desteği ile Suriye yönetiminin ülkesinde egemenlik kurmasını sağlayacak kilit ülkedir. Bu süreçte Suriye’ye silah, mühimmat, istihbarat gibi her türlü desteği vermelidir. Lakin komşu ülke topraklarının düşmandan temizlenmesi için mehmetçiği ateş hattına sürmekten olabildiğince kaçınmalıdır. Bu anlamda komşuya bîgâne kalmak değil, komşunun içişlerine karışmamak esastır.

Suriye’deki Türk askeri kontrolündeki yerlerin güvenliği ve gelecekte en uygun statüsü için de Şam ile işbirliği şarttır. Ankara-Şam ilişkileri sağlıklı olsaydı İdlib’deki son katliamlar ve sınırımız yakınındaki tehlikeler gündeme gelmezdi.

Yakın gelecekte ihtimal dahilinde olmasa da Suriye’nin yeniden inşası gündeme gelmiştir. Mesela Çin fuar açarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Türkiye’nin hedefi sadece kendi müteahhit, mühendis ve işçilerine yeni ekmek kapıları açmak değil fakat kendi güvenliği için öncü role sahip olmaktır. Diğer ülke şirketleri ancak Türkiye üzerinden bu alana girebilmelidir. Bunun için dahi Ankara-Şam ilişkilerinin kurulması gerekmektedir.

2011’de Türkiye, hatalı politika ile Suriye iç savaşına müdahil olmuştur. 2019 itibariyle bu başlangıcın yanlış olduğunu, oyuna getirildiğimizi herkes kabul ediyor, hatta sorumlu mevkidekiler hataları birbirinin üzerine atıyor. Bir an önce bu temel yanlıştan dönmek gerekmez mi?