GÜNÜMÜZ OLAÇIKAGELENLERİNE!... (4)

Abone Ol
1960’lı yılların başlarında, İstanbul’da ve Türkiye’mizin her yerinde, eğitim ve öğretim faaliyetlerimiz, Resmî Kur’ân Kurs’ları olarak, Diyânet İşleri Başkanlığı şemsiyesi altında yürütülüyordu. 
Diyânet İşleri Başkanlığı’nın Kur’ân Kurs’ları Yönetmeliğine göre, ilk ve orta dereceli okullarla birlikte, Kur’ân Kurs’larının da ta’til edilmesi gerekiyordu. Diyânet İşleri Başkanlığı’na tahsis edilen, derslik bölümünü diğer okullarla birlikte ta’til eder, fakat yurt bölümlerindeki tedris faaliyetlerini devam ettirirdik. Yönetmelik gereği, Millî Eğitim Bakanlığı müfettişleriyle, Mülkî İdarî Âmirlik ve Diyânet İşleri Başkanlığı mensuplarının müşterek teftişlerinde ise, dersliklerin ta’til edildiği, yurt kısmında ise memleketlerine gidemeyen, fakir talebe’nin kaldığı söylenir, babacan idareciler, müftüler, kabul eder görünürler teşekkür edip ayrılırlardı. 
1964 yılının ilkbahar aylarındayız. İlk ve orta dereceli okullar ta’til edilmek üzere... 
İhvan’dan birisi, bir rü’ya görmüş, rü’yâ’sında, “Kur’ân Kurs’larımız ta’til edilmediği için, Emniyet kuvvetleri kurs’ları basmışlar, talebeyi zorla kurs’lardan çıkarmışlar ve kursların kapılarını mühürlemişler, bir daha açılmamak üzere kapatmışlar.”
Rü’yâ’yı gören zat, cennetmekân Beyağabey, (Kemal Kacar) Ağabey’in, i’tibar ettiği bir zat idi. 
Beyağabey, İstanbul’daki kurs’ların mes’ulleri ve diğer ağabeylerle istişâre etti. Ba’zılarımız, “Mâdem ki kardeşimiz böyle bir rü’yâ görmüş o zaman i’tibar etmek lâzım, ileride daha büyük tehlikelerle karşılaşmamak için ta’til edilmesi uygun olur,” dediler. 
Benim de aralarında bulunduğum diğer bir kısım kardeşlerimiz, “ta’til etmemiz halinde, dört-beş aylık bu uzun müddetli ta’til’de, geçtiğimiz bir yıl içinde öğretilenler unutuluyor, bir nev’i “Benim oğlum bina okur, döner döner, yine okur,” durumuna düşeceğiz. Ta’til etmediğimiz takdirde, en fazla, gelip cebren ta’til ettirirler. Bugün kendiliğimizden ta’til etmek yerine, mecbur kalırsak, o zaman ta’til ederiz. Hem de, rü’ya ve ilham’ın delil olmadığını bizlere siz öğrettiniz, bir kardeşimizin rü’ya’sının aynen çıkacağını kimse iddia edemez,” istişârelerini tamamladıktan sonra, Beyağabey, ta’til mes’elesini biz’lerin inisiyatif ve takdirine bıraktı. Me’suliyyeti üzerine alanlar, ta’til etmeyebilirler. Riske girmek istemeyenler de ta’til edebilirler,” buyurdu. 
Bendeniz, o zamanlar İstanbul, Zeytinburnu’ndaki, Taşcami’i Kur’ân Kursundan mes’uldüm, ta’til ettirmedim, kış aylarında daha da uzun süreli günlük derslere aralıksız, devam ettik. Ta’til edilen kurs’ların kimi talebesi, uzun süreli bir izin için memleketlerine gitmek istemediler, bize sığındılar, bizimle birlikte derslere devam etmek istediler. İmkân’lar ölçüsünde kendilerini (izin alarak) kabul ettik. Bizim kurs’un talebesiyle birlikte derslerini tamamladılar. 
Buna mukabil, uzun süreli ta’til sonrası, ailelerinin işine koyulanlar, evlenenler oldu. Bir daha hiç dönmemek üzere kurs’lardan ayrılanlar oldu. 
Yaz ayları boyunca, ilk ve orta dereceli okulların ta’tilde bulundukları zaman zarfında, hiçbir makam tarafından ta’ciz edilmedik, niçin ta’til etmediğimiz sorulmadı bile... 
Osmanlı Devlet-i Aliyye’miz zamanında, medreselerin bilhassa, orta kısımları, hasad mevsiminde, takribî, üç ay kadar bir zaman diliminde ta’til edilirdi. Medreselerdeki molla’ların, softa’ların, ekserisi, Anadolu’nun ziraatle uğraşan ahalisi’nin çocuklarıydı. Medreselerin idareleri, “hasad mevsiminde, ailelerine yardım edebilsinler,” diye medreseleri ta’til ederlerdi. Fakat bu ta’tilden, medrese molla ve softa’larından yaklaşık %10’u, medreselere dönmezdi. 
Kimisinin babası vefat eder, ailesinin başına geçerdi, kimisi de, erken’den evlenir, bir daha medreselere dönemezlerdi. 
Böylesine bir hasad mevsimi ta’tiline çıkan molla, nefsine mağlup olmuş, erken evlenenler kervanına katılmış, fakat diğerlerinin aksine medrese’ye dönmüş... 
Ta’til sonrası ilk ders halkasında, müderris, ta’tillerini nasıl geçirdiklerini, neler yaptıklarını filan sorarken dikkatini çekmiş, molla’lardan birisi, elini yumup dizlerinin üstüne öylesine koymuş... Bilindiği üzere, Anadolu’da düğünlerde, gelinlere yakıldığı gibi, damat’lara da kına yakılır. Molla evlendirilmiş, diğer damat’lar gibi, molla’nın ellerine de kına yakılmış, parmakları, tırnakları fena halde kınalıymış, utanmış, “evlendiğinden müderris şüphe etmesin,” diye kınası görünmesin diye ellerini yummuş, parmaklarını gizlemişti. Fakat, müderris tecrübeliydi, kendi ders halkasından nîce molla’lar, hasad ta’tilinden dönmemiş, çoğu da bu ta’til sırasında evlenmişti. Evlilik, gerek pozitif tahsil hayatında olsun, gerekse İslâmî ilimlerin tahsilinde olsun, tahsil hayatını bitiriyor. “El-İlmü Mezbûhun Beynelfahzeyn,” denmiştir. (İlim, iki uyluk arasında boğulmuştur,) demektir. 
Müderris, bunca emek verdiği, her birisini, birer İslâm Âlimi olarak yetiştirmeyi hayal ettiği molla’lardan birisinin erken yaşta evlenmesine, çok üzülmüş, feverân etmiş, molla’nın bir gözünün de biraz şehlâ olmasından dolayı, “Yek Ceşim, Tek Gözlüm, Ayne’l-Vâhid,” diye kükremiş... (Farsça’da, Yek (tek), Çeşm (göz) demek olduğuna göre (tek göz veya tek gözlü) demektir. Tek Gözlüm zâten tam Türkçe bir ta’bir, (Ayn) göz, “Vâlid”, tek demek olduğuna göre, “Ayne’l-Vâhid” de (tek gözlü) demek olduğuna göre, müderris, rızası hilâfına evlenen talebesinden molla’yı, Farsça, Türkçe ve Arapça ta’birlerle azarlamıştır. 
Tevâgûş’ların, olaçıkagelen’lerin tahribatı, maalesef bunlardan ibâret değildi. Rü’yâ’lar görmeye devam ettiler, kalp’lerine de sürekli ilham’lar gelmeye devam etti. Maalesef, genellikle Turuk-u Âliye, özelinde de Tarık-ı Nakşibendiyye hakkında derinlemesine bir bilgileri bulunmadığından, rü’yâ’larda ve kalplerine vârid ilhamlarında önemli hatalara düştüler. 
İmam-ı Rabbânî Evlâdı, ittifakla, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri’nin tasarrufu’nun bikemâlihâ devam ettiğine ve İlâ Mâşa Allah! devam edeceğine, tam bir iman ile kabul ve tasdik ettiği halde, sanki İmam-ı Rabbânî Evlâdı yeni bir Mürşid ve Müceddid arıyormuş gibi, rü’yâ ve kalplerine geldiğini iddia ettikleri ilham ile mürşid’ler, müceddid’ler işâret etmeye kalktılar. Bunun üzerine, en şiddetli tepki, rü’yâ’larda ve iddia olunan ilham’larda kendisi işâret olunan Zat-ı Muhterem, Beyağabey, (Kemal Kacar) Ağabey’imiz göstermiştir. 
Kendileri, “Hâşâ! Sümme hâşâ, Neûz-ü Billâh! Estağfir’ullâh! Benim böylesine bir iddiam sözkonusu olamaz, böyle bir iddia’yı edebe de mugâyir kabul ederim. Ben de, sizler gibi, milyon’larca İmam-ı Rabbânî Evladı’ndan herhangi bir ferdim. Benim, sizlerden tek farkım, Hasbe’l-Kader, ekseriyyetinizden önce, Efendi Hazret’leriyle müşerref olmam, -ki, Beyağabeyimiz, (Kemal Kacar) Ağabey, 1938 yılında, Galatasaray Lisesinden me’zun olduğu yıl, henüz 19 yaşındayken, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid ile müşerref olmuştu.- hasbelbeşer, sıhrî hısımlık dolaysiyle kendilerinin yakîni olmamdır. 
Beyağabey, (Kemal Kacar) Ağabey, devrin en zenginlerinden, Türkiye’de marsille tipi kiremit üreten büyük bir fabrika’nın ve diğer fabrika’ların ve çok zengin bir gayrimenkûl portföyü’nün sahibi ve devrin Yün ve Yapağı İhracaatçıları Birliği Başkanıydı. 19 yaşında, devrin en mu’teber okullarından, Galatasaray Lisesini pekiyi dereceyle bitirmiş oğlunu, dünya’nın en mu’teber üniversitelerinden birisinde okutmak istiyordu. Fakat, Beyağabey (Kemal Kacar) Ağabey, bir kerre Mürşid-i Kâmil ve Müceddid’in cezbesine kapılmış, etrafında pervâne olmuş, mâsiâyı unutmuştu. 
Kendisini, “Gassâl’in elindeki meyyet,” gibi tam bir teslimiyetle, Müceddide teslim etmiş, maddi-ma’nevî tam olarak terbiye edilmişti. Müceddid’den aldığı en önemli ma’nevî terbiye, “Acz-i Mutlak, Fenâ Fi’ş-Şeyh,” idi... Böyle olunca da, ehil ve lâyık olmadığı bir makam’a tâlip olması düşünülemeyeceği gibi, başkaları tarafından kendisine izâfe edilen böyle bir şeyi kabul etmesi de mümkün değildi. 
Beyağabey, (Kemal Kacar) Ağabey, yukarıdaki ifadeleri, bu satırların yazarı’nın da hazır bulunduğu meclis’lerde, defeât’le tekrarlamış, diğer ihvan gibi bendeniz de, Beyağabey’in mübârek dudaklarından dökülen bu ifadelere şehâdet etmişimdir.