GÜNÜMÜZ OLAÇIKAGELENLERİNE!... (3)

Abone Ol
“Allah inananlara da Firavun’un karısını misal gösterdi. O; Rabbim! Bana katında cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun (kötü) işinden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar demişti.” (Tahrim 66/11) 
“İffetini korumuş olan, İmran kızı Meryem’i de (Allah örnek gösterdi). Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve Rabbi’nin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O gönülden itaat edenlerdendi.” (Tahrim 66/12) 
(Yukarıdaki âyetlerde bahsedilenlerden Haz.Nuh’un karısı, kavmine Haz.Nuh’un mecnun olduğunu söylerdi. Haz.Lût’un karısı da, kocasına gelen erkek misâfirleri gece ateş yakarak gündüz de duman çıkararak haber verirdi. İkisi de lâyık oldukları cezaya çarptırıldılar. Firavun’un karısı Asiye Haz.Mûsa’ya iman etmişti. Bundan dolayı kocası Firavun, onu ellerinden ve ayaklarından bağlamış, göğsüne kocaman bir taş koymuş öylece yakıcı güneşe bırakmıştı işkence anında zikredilen du’a’yı (Rabbim bana katında cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun (kötü) işinden koru ve zâlimler topluluğundan kurtar), yaparken ruhunu teslim etmiştir. 
Kur’ân-ı Kerim’de, Peygamber olmadıkları halde iki kadına vahyedildiği, Hazreti Meryem ve Haz.Mûsâ’nın annesi, iki kadının da iffet ve nâmuslarına bizzat Cenab-ı Hakk tarafından şehâdet edildiği, Hazreti Meryem ve Sevgili Peygamber’imizin Zevcât-ı Mutahharâtından Haz.Âişe Annemiz, beyan buyrulmuştur. 
“(Nuh dedi ki: “Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de durması da Allah’ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir. “Gemi dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna; Yavrucuğum! (sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma! diye seslendi. (Haz.Nuh’un bu oğlu babasına iman etmemişti. Nitekim babası insanları gemiye bindirirken o ayrılarak bir kenara çekilmişti. Diğer oğulları Hâm, Sâm ve Yasef babalarına inanmış ve onunla beraber gemiye binmişlerdi. Haz.Nuh, insanoğlunun 2. Atası olarak kabul edildiğinden, kavimler, Hazreti Nuh’un nesilleri olan bu üç oğlundan türemiştir. Türk kavminin de Haz.Nuh’un üçüncü oğlu, Yâsef’in oğlu, Türk’ten türediği rivayet edilmiştir. 
“Oğlu; Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım, dedi. (Nuh): Bugün Allah’ın emrinden (azabından), merhamet sahibi Allah’tan başka koruyacak kimse yoktur” dedi. Aralarına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.” 
“(Nihâyet) “Ey yer suyunu tut! ve ey gök (suyunu) tut” denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve: “O zalimler topluluğunun canı cehenneme!” denildi. 
“Nuh Rabbine du’a edip dedi ki: “Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vâdin ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin.” (Hz.Nuh bunu derken Allah’ın ailesini boğulmaktan kurtaracağına dâir vâdine işâret ediyordu.) “Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Bu âyetten anlaşılıyor ki, insanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah’ın dinine inanmış ve Peygamber’ini tasdik etmiş kimseler birbirlerini ma’nevî akrabası, yakını ve dostlarıdır. Bunların aralarında ma’nevî bir birlik vardır. Mü’minlerle kâfirler ırk bakımından birbirinin akrabası olsalar bile, bu akrabalığın Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Haz.Nuh’u oğlu babasına inanmadığı için, Allah Teâlâ onu Nuh Peygamber’in ailesinden saymamıştır. Halbuki Haz.Peygamber, aralarında hiçbir nesep bağı bulunmayan Selmanı (Selman-ı Pâk) kendi ailesinden saymıştır. Buna karşılık husûsiyle Bedir Harbi’nde pek çok sahâbî, en yakınları olan babalarına ya da oğullarına karşı savaşmışlardır.) 
“Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen ben ziyana uğrayanlardan olurum!” “Denildi ki: Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan ümmetlere bizden selâm ve bereketle (gemiden) in! Kendini (dünya’da) faydalandıracağımız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azabın dokunacağı ümmetler de olacaktır.” (Hûd 11/41-48) 
Yukarıya bir hayli geniş bir şekilde meâllerini aldığım âyeti Kerimeler’den tasavvuf’la alakalı ne çıkarımlar yapabiliriz? 
Milâdî 17. Asr’ın sonlarından i’tibâren, Zikr-i Hafî ve Zikr-i Celî yolundan teferrû etmiş, Turuk-u Âliye’den pek çoğunda, teselsül ve Nisbet-i Sahîha ınkıta’ya uğradığı için (kesintiye), liyâkat ve ehliyetten mahrum, ba’zı kimseler, şeyh’lik makamına oturturuldular. 
Turuk-u Âliye’lerde, Mürşid’in ebediyyete intikâli üzerine, Ezelî Tensib-i İlâhî ile, birisi halef olmamışsa ya da şeyh’in ebediyyete intikâl etmesine rağmen tasarrufuna devam edebileceği anlayışı bilinmediğinden veya kabul görmediğinden, mürşid’lik ve şeyh’lik makamını boşaldığı zannedilerek, nâehil, liyâkatten mahrum, tasavvuf şöyle dursun, Şer’i Şeref’te bile, defosu olan ba’zı kişiler şeyh olarak kabul görmüşlerdir. 
Irak’ın kuzeyinde ve diğer ba’zı bölgelerle, yurdumuzun Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde, şeyh (pardon şıh) vefat edince, liyâkat ve ehliyetine bakılmaksızın feodalitik bir düzen gereği yerine oğullar, torunlar, yoksa kardeşler, damatlar geçirilmiştir. 
Günümüzde de, feodalitik bir sadakatle, onbin’lerin bağlı bulunduğu “Şıh’ların oğulları, torunları, kardeşleri ve başka yakınları, zaman zaman, Türk Siyâsî hayatında, ticarette taahhüd hizmetlerinde yoğun bir şekilde bulundular, bulunuyorlar. Aralarında, İstanbul, Ankara, İzmir ve ülkemizin turizm başkenti kabul edilen Antalya’da, turistik te’sisleri (içki, zina ve kumar merkezleri) gece kulüpleri işleten’lerin varlığı da bilinmektedir. Bu insan’ların, geçmişlerinde, dedelerinden, babalarından tevârüs ettikleri “Şıh’lıklarının dışında, İslâm ile Şer’i Şeref’le, İslâm Tasavvufu ile uzaktan-yakından bir alakalarının bulunmadığı da âşikârdır. 
Genellikle Şîa’da, Hıristiyanlıktaki katolik’lerde olduğu gibi, bir ruhban sınıfı vardır. Katoliklerdeki muhtelif ruhban sıfatlarına paralel olarak, Molla’lık, Ahunt’luk, İmamlık, Şerîa’t Medârî’lik gibi sıfatlar kullanılıyor. Türkiye’deki Alevî kardeşlerimiz arasında da “Dedelik” bu inançta çok önemli bir yer tutmaktadır. Teselsülü kopmuş, Nisbeti Sahîha’sı kesilmiş, tahrif edilmiş sözde tasavvuf ve tarîkatta “Şıh” neyse, Alevilik’te de “Dedelik” odur. 
Rabbime hisapsız bir şekilde şükrederim ki, İmam-ı Rabbânî Evlâdı, aslâ böyle bir hata’ya düşmemiştir. 
Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri ebediyyete intikâl edip, Anasır-ı Erbe’a’dan tamâmen kurtulmuş olarak, yalnız ruhânî hayatın zindeliği ile, Tasarruf-u Hakîkî’ye geçtikten sonra, aslâ, yeni mürşid ve müceddid arayışı içinde olmamışlardır. 
En tecrübeli Ağabeyisi’nden, son intisap eden kardeşimize kadar, tüm İmam-ı Rabbânî Evladı, Üstaz’ları, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri’nin, Tasarruf-u Hakîkî’ye geçmesinden i’tibâren, her sahada tasarrufunu gözle görür, kulakla duyar, elleriyle tutarcasına hissediyorlar, idrâk ediyorlardı. 
Hattâ, bizzat Müceddid’in Rahle-i Tedrisinde bulunmuş, ders halkasına katılmış, tekâmül bitirmiş, himmetiyle, müftülük imtihanını kazanmış olan bir zât, devrin günlük gazete’lerinden birisinde yazdığı bir makâle’de, “Mürşid ve Müceddid’ler ebediyyete intikâl buyurduklarında, tasarrufları da nihâyete erer,” meâlinde bir yazı yazmıştı. Başta, Beyağabey, (Kemal Kacar) Ağabey’imiz olmak üzere, düşünen, eli kalem tutan, ağzı laf edebilen, bütün İmam-ı Rabbânî Evlâdı büyük bir reaksiyon göstermişti. Sözkonusu makaleyi yazan zât, çok büyük hata ettiğini, kabul etmiş, özür beyân etmiş, uzun bir aradan sonra özrü kabul edilerek, İmam-ı Rabbânî Evlâdı arasındaki mü’tenâ ve mümtaz yerine dönmüştü. Bu satırların yazarına, “Demek ki, bir an için şuur bulanıklığına, akıl tutulmasına ma’ruz kalmışım, yoksa nasıl böyle bir iddia’da bulunabilirdim. Hazretimizin Üstazı’nın, aradan çekilip Nisbet-i Ma’neviyye ile bağladığı, İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî, Ahmed-ü Fâruk Es-Sirhindî Efendi Hazretleri, Hicrî ikincibinin Müceddidi olmak i’tibariyle, hem yaşadığı ve tasarrufta bulunduğu asrın müceddidi’dir, hem de tecdididi, ikincibinin tüm asırlarına sârî’dir. Böyle olunca da, Hicrî 13. ve 14. asırların Müceddidi, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri’nin tecdidi de, “İlâ Mâşâ Allah!” devam edecektir.” demişti. 
Bu samîmî i’tiraf ve kahredici nedâmet, tarafımdan Beyağabey’e ulaştırıldı. Israrlı ricam üzerine, araya giren soğukluk bertaraf edilmiş olup, her ikisi de Allah’a yürüyünceye kadar, karşılıklı nezâketi ve hürmeti muhafaza etmişlerdir. 
(Gelecek yazı, Tevâguş’ların ve Olaçıkagelenlerin ma’rifetleri...)