Nasıl ki, hâşâ! Kendilerine herhangi bir vahiy gelmediği halde, kendi elleriyle yazdıkları ba’zı şeyleri, “Bu Allah’ın indinden gelmiştir,” diyerek, yalan yere Allah’a iftira eden’ler olduğu gibi, Allah tarafından kendileri, ezelden Peygamber olarak seçilmedikleri halde, yeryüzüne Peygamber olarak gönderilmedikleri halde, hâşâ! Yalan ve iftira ile kendilerine vahiy geldiğini, kendilerinin de Peygamber olduklarını iddia eden “Kezzâb”, çok çok yalancılar çıktığı gibi, gerçekten Vâris-i Nebî olmadıkları halde, kendilerini Vâris-i Nebî olarak gösterilenler, gösterenler, müteşeyyihlik yapanlar çıktığı gibi, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Mürşid ve Medâr Mürşid, kendilerine herhangi bir şey söylemediği halde, kendilerini öne çıkarmak, İmam-ı Rabbânî Evladı arasında yeni bir statü kazanmak maksadıyla, “Efendi Hazretleri şöyle buyurdu,” tarzında, Sahib-i Zaman’a yalan yere iftira edenler çıkmıştır.
Allah’ın kendilerine herhangi bir vahiy’de bulunmadıkları halde, “bize vahiy geldi,” diyerek yalan ve iftirada bulunanlar, Peygamber’imizden sudur etmediği halde, “Mevzu hadis” uydurarak, Peygamber’imize izafe edenler, nasıl yalancı ve müfterî iseler, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, söylemediği halde o’na izâfeten “Efendi Hazretleri şöyle buyurmuştu, böyle buyurmuştu,” demek de yalan ve iftiradır.
Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, Dâr-ı Bekâ’ya intikal edip tasarruf-u Hakîkî’ye geçmesinden sonra, uzun bir müddet, kendilerine izâfeten, “Efendi Hazretleri şöyle buyurmuştu, böyle buyurmuştu,” diyerek, yalan söyleyenler, iftira edenler çıkmamıştı.
Ne zaman ki, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, Anasır-ı Erbe’a’dan kurtulmuş ve tasarruf-u Hakîkî’ye geçmiştir, tecdid ve tedris hizmet’leri, Türkiye sınırları dâhilinde ve Avrupa başta olmak üzere, bütün cihan’da, çığ gibi büyümüş, genç kitle’ler başta olmak üzere, Nasib-i Ezelî’leriyle, dünya gözüyle görmedikleri-göremedikleri, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil ve Medâr Mürşid’e mensûp oldular, o mübârek zât’a kapılandılar. Meraklıydılar, hâl-i hayatı hakkında her şeyi soruyor, öğrenmek istiyorlardı. Hâl-i Hayâtında, kendisine Nisbet-i Sahîha ile mensup olanlar, Rahle-i Tedrisinde bulunup bizzât Fem-i Saâdetlerinden feyiz almış, ilim ahzetmiş, hizmeti sebkat etmiş öncüler, bu nesillere göre çok çok şanslıydılar. Yeni nesiller nerede ve ne zaman bu “Ağabey’lere” rastlasalar, hemen etrafında bir halka oluşturuyorlar, Müceddid’den bir hatıra, bir bilgi aktarmasına iştiyakla istiyorlardı.
Hizmeti sebkat eden, öncüler ve ağabey’ler arasında, uzun müddet Müceddid’in huzurunda, Rahle-i Tedrisinde, sohbet’lerinde, va’az ve nasihatlarında bulunanlar vardı, kısa bir müddet, sâdece bir tekâmül süresi –ki, takribî, Efendi Hazretleri’nin bizzat okuttuğu tekâmüller üç ay kadar devam ederdi.- kadar kalanlar vardı. Bir de Beyazıd, Sultanahmed, Yenicami, Arpacılar Cami’i gibi cami’lerdeki va’az ve nasihatlerinde bulunmuş, ayaküstü sohbetlerine mazhar olmuş olanlar vardı.
Bir de çeşitli vesilelerle kendilerine hizmet etme şerefine erenler vardı ki, bunlardan ba’zıları, kendilerini evlerinde misâfir etme şerefine nâil olmuşlar, ba’zıları, Kısıklı’da bulunan ziyârethane’nin bahçesine bakmış, burada bulunan ağaçları budamış, gündelik hizmetlerde bulunmuşlardır.
Efendi Hazretleri’nin Dâr-ı Bekâ’ya intikâlinin üzerinden beş-altı yıl geçtikten sonra, kimileri, “Efendi Hazretleri şöyle buyurmuştu, Efendi Hazretleri böyle buyurmuştu,” gibi ortalığa çıkınca, İmam-ı Rabbânî Evladı’nın unutulmaz Ağabey’i, Cennetmekân, Merhûm ve Mağfûrun leyh, Beyağabeyi’miz, Kemal Kacar Ağabeyi’miz, “Bu söylediklerinizi, Efendi Hazretleri, nerede ve ne zaman söyledi. Kendilerine izâfe ettiğiniz bu sözleri söylediğinde, sizin yanınızda başka kimler vardı? Onlar’da bu söylediklerinizi bizzat Efendi Hazretleri’nin Mübârek Femi Saâdet’lerinden sizden başka duyanlar var mıdır, ve bunlar kimlerdir?” diye sorardı.
Söylenenleri doğrudan kabul ve reddetmez, doğruluğunu tahkîk ve tetkik ettirirdi.
Efendi Hazretleri’ne izâfe edilen sözleri bizzat kendileri duymamışsa, tahkîk edelim, hayatta olduğu yıllarda, öncelikle, Vâlide Sultan’a, Sultan Abla’lara, Ali Dayı’ya sorulmasını emrederlerdi. Vâlide Sultan’dan, Sultan Abla’lardan, Ali Dayı’dan veya başkalarından te’yid alırsa kabul, alamazsa reddederdi. Tevâguş’lar, yâ rüya gördüklerini, rüyâ’larında ba’zı şeylerin kendilerine söylendiğini veya ilham ile ba’zı hatırlatmaların kalp’lerine vârid olduğunu iddia ederler.
Şer’i Şerif’te, İslâm Hukuk Sisteminde, rüyâ veya ilham, herhangi bir hüküm çıkarmak hususunda delil olarak kabul edilmez. Ancak, Peygamber’lere, ba’zı hususlar rüyâ halinde vahyolunur. (İbrahim aleyhisselâm’a, oğlu İsmail aleyhisselâm’ı kurban etmesi hususu rüyâ’y-ı Sâdıka halinde vahyolunmuştur.) Bunlara rü’yây-ı sâdıka denilir, Peygamber’ler için Rü’yây-ı Sâdıka doğrudan, bilâvasıta vahiy, melek vasıtasıyla vahiy gibi, vahiy yollarından birisidir. Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid’in rü’yâsı veya kalbine vârid olan ilham, kendisi ve mürîdan, mensûbîn için, şer’î ve dinî mes’eleler için değil ama, tasâvvuf ve tarîkat hususlarında, Seyr-i Sülûk’de, bağlayıcı birer delildir.
İmam-ı Rabbânî Evlâdı’na, “Sakın! Kevnî kerâmetler peşinde koşmayınız! Göklerde uçmak, suda yürümek, tayy-i zaman ve mekân, uzun mesâfeleri kısa zamanda kat’etmek, aslâ ma’rifet değildir. Leşle beslenen kartallar çok yüksekten uçarlar, deniz’lerin canavar balıkları, köpek balıkları okyanus’ların en derin yerlerinde yüzer’ler, Allah’ın rahmetinden ebediyyen kovulmuş, lânet’e mazhar, İblis başta olmak üzere, bütün şeytanlar, cin tâifesi uzak mesâfeleri çok kısa bir zamanda kat’etmektedirler. Asıl kerâmet, “ölü kalpleri diriltmek, insanların hidayetine vesiyle olmaktır,” buyururken, İmam-ı Rabbânî Evlâdı’ndan olduklarını, Müceddid’in bağlısı ve mensubu iddiasında olanların aslâ, kevnî kerâmet peşinde koşmamaları, Esbab-ı Âdiye ile meydana gelen ba’zı hususları keramet olarak değerlendirip, bunu da rü’ya veya ilham ile te’yid ve takviye cihetine gitmeleri, aslâ İmam-ı Rabbânî Evladı’na yakışmamaktadır.
Az da olsa, ortaya çıkan tevâguş’ları, Cennetmekân, Merhûm ve mağfûrun leh, Beyağabey, Kemâl Kacar Ağabey, şiddetle reddeder, “Bu yol, zannettiğiniz gibi, kevnî keramet peşinde koşmak, rü’yâ’larla veyâ ilham ile başkalarına yön vermek yolu değildir,” diyor ve aslâ kendilerine i’tibar etmiyordu.
Zikr-i Hafî-Zikr-i Celî yollarından beheri, Turuk-u Âliyye’de çok önemli bir husus ihmal edildiği veya iyi anlaşılamadığı için, zaman içinde, şeyh’lerinin ebediyyete intikâli üzerine maalesef, inkıta’ya (kesintiye) uğramıştır.
Husûsiyle, Zikr-i Celî yolunda, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, tasarrufu zâhirisini tamamlayıp ebediyyete intikâl buyurduğunda, mümkündür ki, Anasır-ı Erbe’a’dan kurtulmuş olarak, tam tasarrufa, Tasarruf-u Hakîki’ye geçmiş olabilir. İrşâd ve ihdâ’ya devam edebilir. Bu incelikten bîhaber, mürîdan, “Şeyhimiz ebediyyete intikâl etti, yaşasın yeni şeyhimiz,” diye, Seyr-i Sülûk’de liyâkat ve ehliyeti bulunmayan birisini şeyh’lik makamına oturturlar. Böylece, teselsül ve Nisbet-i Sahîha tamamen inkıta’ya uğrar. Sonra da, şeyh’lik, mürşid’lik, müceddid’lik biter, feodal bir “Şıh’lık” başlar. Gelsin oğullar, yoksa kardeşler, yeğenler, bunlar da bulunmuyorsa, câmia arasından nisbeten mâlî durumu iyi olan zenginler...