Görgü, Görgüsüzlük ve Rüküşlük

Abone Ol

Basınımızda, televizyonlarda ve sosyal medyada öyle olaylarla karşılaşıyoruz ki; yok artık bu kadarı da olmaz diyoruz; bakıyorsunuz yine de oluyor... Yaşadıkça daha neler göreceğiz diyorsunuz. 

Yakınlarda bazı televizyon kanaları ile sosyal medyada paylaşılan bazı olayları görünce; görgü, görgüsüzlük ve rüküşlük aklınıza takılıyor. 

Görgü;  toplum içerisinde var olan ve uyulması gereken saygı ve incelik kuralları diye tanımlanmış bir sözcüktür. Görgüsüzlük ise bunun tam tersi için kullanılmış. Rüküş ise görgüsüzlüğün bir başka tanımı olup; giyimi, süsleniş biçimiyle toplumdan kopan, gülünç duruma düşen kadınlar için söylenmiş bir başka tanımlama…

Görgü konusunda; eskiden Adab-ı Muaşeret, günümüzde de topluma görgülü olmayı anlatan çok sayıda kitap yazılmıştır. Ne yazık ki; onlar az satanlar listesinin başında yer alıyor. Bu da gösteriyor ki; toplum olarak görgülü olduğumuzdan (!) o tür kitapları okumaya gerek duymuyoruz.

Zenginliğimizi, gösterişi, şatafatı öne çıkaran pek çok olayla karşılaşıyoruz. Sosyal medyada ve bazı televizyon kanallarında; Yakınlarda bir bebeğin doğumuyla ilgili mevlit videosunu ibretle izlemiştik. İstanbul’un kiralanan tarihi kasırlarından birinde kucağında yeni doğmuş bebeği ile bir genç hanım görüntülenmişti. Burada dikkati çeken nokta bebeğin parmağına tektaş bir yüzüktü. Mevlit sırasında anne âmin derken ellerini yüzüne götürüyor ve kollarındaki şıkır şıkın bilezikler...

Toplumun zengin kesimlerinin şatafat ve gösteriş merakı yeni bir şey değildir. Osmanlı Saraylarında, Rus devrimi öncesi Romanof sülalesi başta olmak üzere Avrupa’nın pek çok krallarında buna benzer görüntüler vardı.  Dönemin koşulları değişince o şatafat ve görgüsüzlükten eser kalmadı.

Yakın tarihimizde Turgut Özal döneminde de böyle görüntülere şahit olmuştuk. Sultan II. Abdülhamit’in cuma namazları dışında içerisinden çıkmadığı Yıldız Sarayı’nın Has Bahçesinde papatyalar denilen, dönemin iş adamlarının hanımları şatafatlı görüntüler sergilemişlerdi. Lale devrinin özentisiyle kaplumbağaların sırtlarına yanan mumlar yerleştirilmiş, kendileri de Osmanlı saray giysileri ile kaftanlarına bürünmüşlerdi.  Bununla da yetinilmeyerek, özelliğini yitirmiş Göksu’da saltanat kayıkları dolaştırılmıştı.

Sonra ne oldu; devir değişti kocalarına ihale alma kaygısı içerisindeki iş adamlarının eşleri Semra Hanımı yalnız bıraktı. O dönemin anlı şanlı iş adamlarının, prenslerin isimlerini bugün hatırlayanımız kalmadı...

Zamanın acımasızlığı bir kez daha kendini gösterdi.

İnsanın aklına elinde olmadan “Hoş Seda” şarkısı geliyor:

“Nedir bu kavgamız nedir bu telaş

 Ömür dediğimiz biter yavaş yavaş

 Üç günlük dünyanın her şeyi fani

 Bir hoş seda muhabbet kalır arkadaş”.

Avrupa’nın bazı toplumları ile Osmanlıda da zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumların açıldığı çok görülmüştür. Şatafat ve gösterişin bir işe yaramadığını tarihler her zaman göstermiştir.

İnsan yine elinde olmadan düşünüyor; örneğin petrol zengini bedevilerin gösteriş ve şatafatına özenti mi?

Müslümanlıktan dem vuranlar acaba İslamiyet’in israf haramdır sözünü biliyorlar mı?

Emekle kazanılan para böylesine har vurulup harman edilir mi?

Bir zamanların ABD Başkanlarından Franklin Delano  Roosevelt bakın ne kadar güzel söylemiş;

“Tecrübesiz insanlar, her türlü sorunlarını parayla çözeceklerini sanırlar.”