"Medeniyetler, yıldızlar gibidir; doğar, yükselir ve kayar..." - Levon Panos Dabağyan - Yazımın başında da belirttiğim gibi "Medeniyetler de yıldızlar gibidir; doğar, yükselir ve bazen erken, bazen geç kayar gider..." Bu niçin böyledir?... Böyledir çünkü, Ademoğlu'nun ihtiras mayasında mevcuttur ve onu yeterince gemleyemediği dönemlerde uğradığı hasarlar, onun ömür çizgisini, uğramış olduğu erozyon ölçüsü nisbetinde; kısaltır veya uzatır!... Koca "Selçuklu İmparatorluğu" böyle yükselmiş ve böyle yoklara kayıp gitmiştir. Keza, muhteşem Osmanlı İmparatorluğu da aynı ölçüler içinde gelişmiş, yükselmiş ve kayıp gitmiştir!... Günümüzdeki, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti"ne gelince, (16. Türk Devleti'nin) sonuncusu olan mezkûr devletimiz, dünya ahvâlinin pek karmaşık bulunduğu bu dönem içinde, muhtelif problemler içinde bir çıkış yolunu milletçe bir bütün olarak arayacak yerde, yekdiğerimize karşı hasımane davranışlar içinde gittikçe basiretsizleşmekte ve böylece ülkemizin kaderiyle oynamaktayız!... Bütün cihanı bizzat acilen âlâkadar eden "Globalleşme" ve bu akımın temel felsefesinin oluşturulduğu "Globalizm", yani; "küreselleşme yandaşlığı, ülkeler olarak karşılıklı bağımlılık içinde evrenselleşme, bütünleşme akımı" içinde, ülke olarak yer alabilmek hareketi, hepimizce malûm olmasına göre, ülkece gerekli tedbirleri alacak yerde, ülkemiz içinde her geçen gün daha da gelişen "ayırım akımı" karşısında adeta taş kesilmemiz, gerçekten de pek düşündürücü bir durumdur?!.. Globalleşmek ne demek? Yânî yekvücut olmanın olumlu veya olumsuz olmanın hangisini temsil etmektedir?... Hemen arz edelim: (Güçlü ve kuvvetli devletler açısından, olumlu, güçsüz ve kısmen güçsüz devletler açısından da olumsuzluğu sergileyen bir sistemin bizzât kendisidir.) Düşünün; "Tek dünya, tek bayrak, tek devlet." Peki bu nasıl bir bayrak olacak: "ABD'nin yıldızlarla süslü bayrağı" gibi mi? Yoksa doğrudan tüm cihanı temsil eden bir başka simgeli bayrak mı?... İşte bütün mesele?... Globalleşmenin temelinde: (Efendilik ve Kölelik) mevcuttur. Bunun doğruluk derecesi ise, eşyanın tabiatında mevcuttur. Yânî: "güçlü, kuvvetli olan hükmeder." Hâl böyle iken globalleşmeye, "çağdaş olabilmenin icabı" gibi yakıştırmalarla neyi geçiştirebiliriz ki?!... Gerçek açıkça meydanda!... Adı her ne olursa olsun, hangi devlet veya hangi meçhul güç gösterilse gösterilsin. Hemen hiç bir önemi yoktur ve önemli olan sadece bir devletler veya güçler topluluğunun, umum cihanı diledikleri şekilde sömürebilmek maksadıyla yepyeni bir sistem kurmaya çalışmalarından doğan bir organizasyonun devreye sokulmuş olmasıdır. Umum kavimler; kendi varlıklarını ikinci plâna iterek, merkezi idareye bağlı olarak varlıklarını sürdürecekler. Özetle: Artık hemen hiç bir devlet, millî varlığını müstakil olarak sürdüremeyecek ve merkez kuruluşun kanunlarına tabi olarak, varlığını sürdürebilecek. Böyle bir durum tam mânâda gerçekleştiği zaman, böyle bir durum için önceden tedbir almamış olan ülkeler; tıpış, tıpış esarete doğru yürümeye mecbur kalacak!... Baştan beri yazdığım bütün bunları, bizler zaten biliyoruz diyenler tabii ki olacaktır. Ancak böyle bir karşılığa verilecek cevabımız aynen şu olacaktır: (Peki biliyordunuz da, hiç tedbir almayı düşündünüz mü?...) Bu sorumuzun cevabını yine biz vermeye çalışalım. Zira, sorumuza cevap verebilecek kimselerin, "istisnalar kaideyi bozmaz" ekseriyeti: (Benden sonra tufan...) zihniyetiyle hareket etmektedirler diyebiliriz. Zira, bizim bu sualimizin en açık cevabını, tarihi bir uyarıyla eşsiz, emsâlsiz Yüce Önderimiz Atatürk, bizleri yıllar evvel ikaz ederek vermişler ve şöyle buyurmuşlardır: (-: Cihân tek bir idareye doğru gitmektedir. Bizler bunu dikkate almak zorundayız!...) (ATATÜRK'ÜMÜZÜN SÖYLEV VE DEMEÇLERİ) külliyatında bu ikaz hem de tarihi ikaz mevcuttur. Arzu eden bakabilir. Peki Yüce Önderimizin zamanında bizleri ikaz etmelerine rağmen bizler ne yapmış ve hâlâ neler yapmakla meşgulüz?... Gelin bir de ona bakalım: ABD ile yakın ve açık işbirliği dönemini başlattığımız (1948) yılından itibaren, kademeli şekilde "bağımsızlığa veda" eder gibi bir dönemin kapılarını açmıştık ki, bu durum bizlere günümüzdeki vurdumduymaz bir neslin yetişmesinde büyük çapta rol oynamıştır diyebilirim!... İnsanlarımızın (Türk parasından ziyade, ABD dolarını) görüp tanımaları ve bizim para değerimizin hiç bir şekilde dikkate dahi alınmaması (Halk tarafından) demek istiyorum. TV dizi-filmlerinde, sinema filmlerinde her daim (dolar üzerinde) konuşulup, dolara göre değerlendirmeler yapılması, emin olunsun, meseleye ciddiyetle eğilen insanlarımızı gerçekten üzmektedir!... "Globalleşme" denen bu sonu meçhul nesnenin nasıl bir istikbal vadettiğini henüz açıkça görememiş olduğumuz bir dönemde, rahatlıkla "iç çekişmelere" meydan bırakmamız, emin olun ülkemizi doğrudan pek büyük risklere doğru sürüklememiz demektir ki, dünyaya hükmetmek isteyen bazı gizli güçlür açısından, Türkiye'nin böylesi bir vurdumduymazlık içinde bulunması, haklı olarak olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmektedir!... Türkiye kendi iç meselelerine henüz bir çare bulamamış ve tam manâsında bir "kör uçuş" içinde olmasına rağmen, Kafkaslar'da söz sahibi olmaya kalkışması, daha doğrusu: (Gizli olması icap ederken, tam bir açıklık içinde hareket etmesi.) gerçekten düşündürücüdür?!... Türkiye'nin "Kafkaslar'da ne derece menfaatleri söz konusu ise, Federal-Rusya'nın da her açıdan menfaatleri mevcut ve söz konusudur: "Ne bir eksik, ne bir fazla!..." Şartlar böyle iken, Türkiye'nin aynen (1950'lerdeki gibi) ABD müttefikliği çerçevesinde, Rusya'nın karşısına dikilmesi, asla doğru bir politika izlendiğini göstermez. Tam aksi, bence yanlış bir siyasetin ürünü olur!... Türkiye, Kafkaslar'da "soydaşlık politikası" sürdüreceğine, bölgenin: "Stratejik ve ekonomik" yönlerinin bilhassa Federal-Rusya'yı da yakından alâkadar ettiğini asla unutmamak elzemdir inancındayım. Nitekim, Azerbaycan dahi bu yönü dikkate alarak, Federal-Rusya ile siyasi münasebetlerinde daha yakın ve sıcak ilişkiler kurmaya çalıştığı açıkça görülmektedir!... Bu durum şunu göstermektedir: (Milletlerin kendi millî menfaatleri söz konusu olunca; "Soydaşlık vs. önemini bir noktaya kadar" yitirebilmektedir!.. Azeriler bu hususta haklıdır ve kendi ülkelerinin menfaatlerini her daim ön planda tutmaktadırlar. Bu durum, "Kıbrıs mevzuunda da" öyle olmuştu!...) Türkiye'nin ilk başta yapması icap eden: (Bir an önce, ülke içinde birlik ve beraberliği sağlayabilmek, ülkemizin ekonomik çıkarlarını temelden çözerek, bir an önce güçlü, kuvvetli duruma gelebilmek olmalıdır) Kalanı boş sözden ileri gitmez!... Zira, cihan milletlerine sözü geçen, isteklerini kabul ettiren; "Adaletli olan" değil, "güçlü ve kuvvetli" olanlardır. Bunun böyle olduğunu ise, en âlâ bilen dağlardaki çobanlardır. Ne acıdır ki, bizler bunun inceliğini çobanlar kadar dahi bilemedik ve de bilememekteyiz!... Azerbaycan'ın, Federal-Rusya'ya müracaatı ve "petrol ile doğalgaz" teklifleri de en az, bizlerin bazı yanlışları derecesinde yanlıştır. Zira, her zaman söylemekteyim, yine de söyleyeceğim: (Azeri-Ermeni Anlaşmazlığı)nın düzeltilebilmesinin başlıca kapısı; Azeriler ister istesinler, ister istemesinler, (Ne Ankara, ne Washington ve ne de Moskova)dır. Tek çıkar kapı: "Yerevan-Erivan"dır. Niçin bu böyledir!... Orasını da bu anlaşmazlığı parmaklarına dolayanlar düşünsünler!... "Globallik meselesine gelince." Mezkûr birleşmede: "İdare edenler ve edilenler." olacak. O hâlde bizim, yânî Türkiye'nin "İdare edenler arasında olması" bizlerin millî menfaatleri açısından katiyetle elzemdir. Bunun aksini sadece düşünmek dahi kısmen de değil tamamen yanlış olur!... Sakın ha: (Boş ver nasıl olsa Ermeni değil mi...) diyerek geçilmemesini diliyorum. Zira, yarınlar pek geç olabilir. Ve son sözüm ise, yani bu konuda son sözüm ise şu olacaktır: Güçlü ve kuvvetli olanın kazancı, onun haklı olduğunu hiç bir surette ispatlamaz ve tam tersi acı, acı düşündürür!... İnşallah yeni bir yazımda buluşabilmek ümidi ile mutlu tatiller diliyorum efendim. Önemli Not: Bu makale: (21 Nisan 2009 Salı günü yazılmıştır.)