Nitekim hapishanenin yetiştiricilik vasfı olduğunu şu ifade çok güzel formüle eder: “Medrese-i Yusufiye”. Bilirsiniz: Hz. Yusuf, Mısırda iftiraya uğrayarak zamanın zindanına atılmış. Senelerce orada kalmış. Ama ağzından menfî, olumsuz bir söz çıkmamıştı.

“İnsanlar zulmeder, kader adâlet eder.” anlayışı içinde sabretmiş. İşin kader cihetine bakmış. Oradaki mahpuslara dinlerini öğretmeye başlamış. İman dersleri verir olmuş. Gönderiliş sebebini de buna bağlamıştı. Demek ki diyordu, buradaki insanların bana ihtiyacı varmış.

Hem kendisinin hem mahpusların zindanda oluş hikmetine uygun davranış ve harekette bulunmuş.

Zindanda, zindandan sonraki hayata, hem kendisini hem onları hazırlamak için, çalışma ve faaliyetlerde bulunmuş.

Dünya, bütün güzelliklerine rağmen cennete göre zindan hükmündedir bir bakıma. Ama cennete hazırlanış yeri olması yönünden, çok büyük bir kıymet ifade eder.

Çünkü cennet, dünyada kazanılıyor. Çünkü Esmaülhüsna / Allahın Güzel İsimleri’nin gölgelerini bu dünyada tanıyor. İnşallah asıllarını Allah, orada gösterecek bizlere.

Nitekim bu hususta şöyle niyaz ve temennide bulunulmuştur:

“Ey bizi nimetleriyle perverde eden (besleyen) sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin (örneklerin) ve gölgelerin asıllarını, menbalarını (kaynaklarını) göster. Ve bizi makarrı saltanatına (saltanat merkezine) celbet (al).

“Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın lezîz (çok lezzetli) nimetlerini orada yedir. Bizi zeval (yok oluş) ve teb’îd (uzaklaştırma) ile tâzib (azap) etme. Sana müştak (hasret) ve müteşekkir (teşekkür borçlu) şu mutî (itaatkâr, sâdık) raiyyetini (kullarını) başı boş bırakıp îdam (ve yok) etme.”

Değerli okur! Binbir nimetin asıllarını görmeye, bu dünyada alıştırılıyoruz. Yoksa o hakikatlerle birden bire karşılaşmak gözlerimizi kamaştırır. Hiç göremez hâle gelirdik. Zaten ancak onbeş yılda akıl-bâliğ yani iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırır oluşumuz. Hanyayı Konyayı anlar duruma getirilişimizdeki hikmet de bu olsa gerek.

Tedrîc yani derece derece oluş kanunu sayesinde, Allah bizim kudret mucizeleri karşısında şaşırmaz ve afallamaz olmamızı sağlıyor.

Dünya böyle olduğu gibi, vücudumuz da ruhumuz için bir zindan, bir hapishane hükmündedir.

Velhasıl insan, zindan içinde zindandadır. Ham olarak kondurulmuştur buraya. Manen pişmesi isteniyor ondan. Olgunlaşması bekleniyor ondan. Sonunda bu kudret mucizesinin muhteşemliği karşısında hayrete gömülmesi, “Ah mine’l-aşk!” diyerek Yaratanın aşkıyla tutuşması ve yanması isteniyor ondan. Evet, insan iman ile “Cennete lâyık bir kıymet alır.”

X

İnsan küfür yani inançsızlık karanlığı ile aşağıların aşağısına düşer. “Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer!”

Karanlıkta yol alan biri, nasıl ki yol alamaz. Bir tarafa toslar. Bir yere çarpar. Çünkü yolunu gösterecek, ışıktan mahrumdur. Yolunu aydınlatacak kaynaktan yoksundur. Fasit bir dairededir. Kısır döngü içindedir. Yol aldığını sanır. Aslında aynı yerde dönüp durmaktadır. Çünkü hedefini tayin edememiştir. Çünkü yolunu tesbitte zorlanmaktadır. Kararsızdır. Şaşkındır. Hatta korku içinde, bir bakıma aptallaşmıştır.

Nerede olduğunu tam olarak çıkaramamaktadır. Nereye gideceğini doğru dürüst bilememektedir. Nereden ve kim eliyle buraya getirildiğinin sırrını, gizini gerçek manada anlayamaz haldedir. Şaşkın tavuk misali gıdaklayıp durmaktadır. Tıpkı hapiste oluş hikmetinden mahrum kişinin; orada oluşunu değerlendiremediği için, gerçek hapis içinde kendisini bulması gibi. Cendere içine sıkışmış olarak kendisini sanması gibi.

Bakıştan görüşe geçemeyen insanın kendisini bulunduğu yere mahkûm etmesi gibi. Zindandan manen, zihnen, tasavvur ve hayâlen çıkma imkânı bulamayışı gibi.