Bedenin iki ayağı olduğu gibi, ruhun da iki ayağı vardır.

     Felsefeciler daha çok akılla, tasavvuf ehli ise kalb ile yol alırlar.

     Asıl olan ise, akıl ve kalbin baş başa verip ittifak etmesi / anlaşmasıdır.

     İnsan ancak, akıl ve kalbin müşterek / ortak basamakları ile,

     Hakikate / gerçeğe doğru uruc etmeye / yükselmeye başlar.

     Sırf akılla hareket; insanı vehim ve şüphelerle karşılaştırır.

     Güneş ışığından mahrum / yoksun olarak, kendi sönük ışığıyla yetinerek,

     Yol almaya çalışan yıldız böceği gibi, karanlıklarla boğuşur durur. İlahî vahiy ise güneş gibidir.

     Dünyanın ne olup olmadığı, güneş doğunca anlaşıldığı gibi, 

     Görünenler ve görülmesi gereken gerçekler de, vahiy ışığı ile görülebilir, anlaşılabilir.

     İdrak edilerek insan için tam bir algı sağlayabilir.

     Beden gözüyle dış dünyayı yani maddeyi,

     Kalp gözüyle ise, maddenin göstermek istediği mânâyı görürüz.

     Kaldı ki madde; göstermek istediği, onda görülmesi gereken, onda yansıyan,

     Onda tecelli eden hakikatlere vasıl olmak için, önümüze konan;

     Açmamız ve aşmamız gereken zahiri bir perdedir. 

     Perde ve engel; sadece maddi gözü / basarı olanlara,

     Manevi gözü / basireti olanlara ise, hakikate götürücü bir rehber, bir mürşit / irşat edici,

     Bir yol göstericidir. Sadece maddi alemi görenler bakar kördürler.

     Hayvanlar için, maddi görüntü bir şey ifade eder mi?

     İşte, sadece maddi gözleri olanlar için de, dünya asıl mânâsından uzak bir mahiyet arz eder.

     Kaldı ki, dünyaya geliş, mânâ gözümüzün açılması içindir.

     Dünyaya doğanın gözü açılmazsa, bir şey göremeyeceği gibi, 

     Ahirete gözü kapalı olarak doğan da, orada bir şey göremeyecektir.

     O halde dünyada gözümüzü açmaya bakalım.

     Çünkü burada kör olanın körlüğü, orada da devam edecek.

     Gerçeklere ulaşmakta, şüphenin de rolünü unutmamak lâzım.

     Gerçeğe ulaşmak, geçici şüpheciliği de gerektirir.

     Çünkü bu, körü körüne inanmamamızı sağlar.

     Fakat şüphe gaye değil, gerçeği bulmak ve yakîne / kesin bilgiye ulaşmakta; 

     Bizi gayrete getirici bir faktör olmalı. Gerçek anlaşılınca şüphede ısrar ise;

     İnsanı, bitip tükenmeyen sorularla baş başa bırakır. Yerimizde saymamıza vesile olur.

     Şüphe gaye değil, gerçeği bulmak ve yakîni elde etmekte bir vasıta / araçtır ancak.

     Şunu da unutmayalım ki, teorik / nazarî / soyut olarak bilişle,

     Tabii ki, uygulanarak / yaparak biliş ayrı şeylerdir.

     Balın tatlı olduğunu bilmek nazarî / soyut bir biliş iken, balı tadarak bilmek, tanımak;

     Onu müşahhas / somut bir biliştir.

     Nazari bilişi, şüphe okları yaralayabilir.

     Şuhudî / görerek bilişe ise, hiçbir şüphe oku zarar veremez. Onu inkâr ettiremez.

     Çünkü sadece bilen insanla; hem bilen, hem gören, hem tadan insanın; inanç dereceleri farklıdır.

     Kısaca diyecek olursak; bilmemiz üç tarzla gerçekleşir:

     Meselâ bir ülkenin varlığını coğrafyadan biliriz / ilme’l-yakîn. Bu mücerret / soyut bir biliştir.

     Bunu bize inkâr ettirmek mümkündür.

     Ya da ülkeyi, uçakla havadan geçmekle tanırız. Bu görerek biliştir / ayne’l-yakîn. 

     Bunu inkâr ettirmek bir nebze de olsa / nispeten mümkün ve olası.

     Veya o ülkeye gider, gezer tozar, içinde yaşar bir süre kalır.

     Taşıyla toprağıyla, insanıyla haşir neşir olur. Yani yaşayarak biliriz / hakka’l-yakîn.

     İşte bunu çürütmek, inkâr etmek, asla mümkün değil ve olanaksızdır. Evet, gerçeğe ermek için;

     Ya bilmek lâzım. Veya görmek gerek. Veyahut fiilen, bizzat yaşamak şart.  

     En doğrusu; üçü bir arada olması: Bilmek, görmek ve yaşamak.