DEPREM NELER ANLATIYOR?

İzmir depremiyle birlikte İstanbul’u ve kentsel dönüşümü konuşmaya başladık. Kentsel dönüşümler, yorgun binaların yenilenmesi için başvurulan yenilenmesi operasyonudur. Kentsel dönüşümler, çoğu zaman da, geçmişte yapılan hataları örtmek amacıyla yapılan zorunlu makyajlar olmaktadır.  

Kentsel dönüşümlerin, ekonomileri canlandırma gibi olumlu sonuçları olduğu kadar, kontrolden çıktığında, ekonomik krizler üretme riskleri de vardır. ABD gibi bir ülkede bile, ekonomiyi canlandırma adına başlatılan yeni konutlar üretme kampanyalarının “mutluluk zinciri”ne dönüşebildiğini ve Mortgage gibi küresel ekonomik krizler üretebildiğini asla unutmayalım. 

İzmir depremi bize, çarpık kentleşmeye bağlı olarak, tarım politikasında yaptığımız yanlışları da hatırlattı. Bir ülkenin en değerli varlığı nüfusudur. Türkiye nüfusunun dörtte birini ülkenin bir köşesine, İstanbul gibi, tarihte pekçok deprem felaketi yaşamış bir kente toplamak, çok riskli bir politikadır. İnsanlarımızı topraklarından koparıp büyük kentlerin varoşlarında ucuz emek işçilerine dönüştürmek, tarlaları bacasız fabrikalara dönüştüren çağdaş tarım politikalarıyla uyuşan bir gerçek değildir. 

Bu defa İzmir’imizi vuran 7’lik bir depremle sarsıldık. Güzel İzmir’imize geçmiş olsun; Allah daha büyük afetlerden korusun.

Önce, hemen bütün uyarılarında haklı çıkan Prof. Dr. Naci Görür hocamızı dinleyelim:  

Pek çok bilim insanı İzmir'de deprem bekliyordu. İzmir'in neotektonik bir yapısı var. Fay sistemi var. Bu en batıda başlar Çeşme'de Gülbahçe'de kuzey doğu doğrultusunda faylar var. Bu deprem büyük ölçüde Tuzla fayının deniz içerisindeki devamında meydana gelmiştir. Bu fay haritasını biliyoruz, bu fayların aktif olduğunu deprem üreteceğini biliyoruz. O zaman bu fayların etki alanlarını inceleyip, bunların verebileceği zararları önceden belirleyebiliriz.

Ne kadar can ve mal kaybının olabileceğini öngörebiliriz. Buna göre önlemler alabiliriz. Bu bölgelerdeki altyapıyı, yapı stoğunu deprem güvenli hale getirecek hazırlıkları deprem olmadan yapıp kentleri deprem dirençli hale getirebiliriz. Bu deprem Tuzla fayı üzerindeyse 25-30 kilometre civarında kırıldı. Ama bu fayın uzunluğu daha fazla.

Tuzla fayı İzmir'in merkezine doğru uzuyor. Bu fay güney batı ucundan kırılmış. Eğer fay uzunluğu 60-70 kilometre ise güney batı ucundan yeni bir deprem meydana gelebilir. Bu fayın yarısı kırıldığına göre bir diğer yarısı da kırılabilir. Stres transferi denen bir kavram var. Bu tip depremler stres transferi olduğu için fayın devamı tehlikeli hale gelir. Yeni bir deprem meydana gelebilir. Diğer faylar da etkilenebilir. Bunun anlamı kısa veya orta vadede diğer depremlerin habercisi olabilir. İzmir birden fazla fay hattının etkilediği bir kent. İzmir'in hızla diğer büyük depremlere hazırlıklı hale gelmesi gerekir. "

Naci Hoca bizi uyarmaya devam ediyor. Peki Naci hocamız v

ile uzmanlık alanı deprem ve yer bilimi olan diğer hocalarımızın bugüne kadar söylediklerini dikkate aldık mı? Yıllardır söylenen uyarıları dinleseydik, çeşitli tarihlerde, çeşitli illerimizde yaşadığımız depremlerin ürettiği can yakıcı sonuçları yaşamazdık.

İzmir’de meydana gelen depremde, yanındakiler sapasağlam dururken, içindeki insanların üzerlerine çöken binalar gördük. Bu binaların çevresinde, gece boyunca, 1999 Gölcük depremini anımsatan arama kurtarma sahneleri yaşadık. Kurtarma ekiplerinin göçük altındaki Buse kızımızı, Fatma teyzemizi kurtarmak için çırpınışlarını gözyaşları içinde izledik. Kurtarma ekipleri göçük altında başka canlar olup olmadığını duyabilmek için sessizlik istediklerinde, bizler de ekran başında nefeslerimizi tuttuk. Ağızlarımız sustu, ama kalplerimizi susturmak mümkün olmadı. Biran önce kurtulmaları için dualar ettik. 

“BİZ NERDE HATA YAPTIK?”

Ekranlarda İzmir depremi görüntülerini, kurtarma çalışmalarını izlerken kalplerimiz, “Biz nerde hata yaptık?” sorgulaması yapıyordu..

Deprem konusunda görüşlerine en değer verdiğimiz uzmanlardan biri olan Naci Görür hocamızın söyledikleri bağlamında, İzmir depreminin en önemli mesajı, “Şehirciliği hala öğrenemediniz” mesajıydı. İzmir gibi, ülkemizin en çağdaş bir kentinde şehircilik dersinden sınıfta kalmıştık. Ege Denizi’nden bölgenin içlerine uzanan aktif fay hatları üzerinde bulunan İzmir’in Bornova, Bayraklı gibi  en güzel semtleri sıvılaşmaya yatkın tarım arazileri ya da dolgu zeminler üzerine kurulmuşlardı. Ultra lüks binalardan oluşan bu bölgelerin zemin etüdleri gerektiği gibi yapılmamış, onlarca canımıza mezar olan binalar dikilirken yeterli denetim yapılmamıştı.  

Yalnız Ege Bölgesi değil, Anadolu baştanbaşa sönmüş volkanlar ülkesidir. Anadolu etkin fay hatları üzerinde yüzen bir yarımadadır. Unutmayalım ki, kuzeyimizdeki Karadeniz ve Marmara Denizi tarihin karanlık devirlerinde iç deniz görünümlü birer göldü. Bu göller, yaşanan büyük tektonik çökmeler sonucunda birbirleriyle tanıştılar, Ege Denizi’ne ve Akdeniz’e bağlandılar. 

Ege Denizindeki adalar, 50-60 milyon yıl önce Anadolu’ya bitişik bölgeledi. Ege Bölgesi’ndeki bütün antik kentlerde, çeşitli tarihlerde yaşanmış depremlerin izlerini görmek mümkündür. 

“İNCELEDİĞİMİZ BİNALARIN YÜZDE 57’Sİ RİSKLİ ÇIKTI”

Çarpık yapılaşmalara göz yumarak, ilerde insanların büyük acılar yaşamalarına neden olacak yanlışlıklar yapmışız. İzmir depreminde yerle bir olan binaların hepsinin, deprem yönetmenliğinin çıkış tarihinden (1975) sonra yapılmış olmalarının, “ihmal”den başka açıklaması var mıdır? 

Demek ki, bu binalar yapılırken ne zemin etüdü yapılmış, ne de yapı kalitesi denetlenmiş.. Belediyeler yalnızca oy kaygısıyla hareket ettiklerinden, hem vatandaşları hem müteahhitleri üzmemeye özen göstermişler. Bayraklı eski Belediye Başkanı Hasan Karadağ, “20 bin binayı inceledik, yüzde 57’si riskli çıktı” diyor. Hasan Başkan, sizden önceki dönemde inşa edilen bu binaların yapım aşamasındayken denetlenmeleri gerekmiyor muydu? 

Hükümetlerin de, belediyelerin de, çağdaş şehircilik kurallarını eksiksiz uygulamanın bir mecburiyet olduğunu öğrenmeleri için daha kaç deprem felaketi yaşamamız gerekiyor? 

Deprem uzmanlarının her fırsatta yineledikleri şu gerçeği hiçbir zaman unutmayalım: “Deprem değil, yönetmeliklere göre yapılmayan binalar öldürür.” İzmir depreminde bu gerçeği içimiz yanarak bir kez daha yaşadık. 

Hemen yanındaki bina sapsağlam dururken, preslenmiş gibi çöken, içindeki insanların hayatlarını kaybetmelerine neden olan binaları yapan müteahhitlerin, çarpık kentleşmeye, kalitesiz binaların yapımına göz yumanların hiç mi vicdanları sızlamıyor? 

Şu gerçeği unutmayalım, toplum halinde yaşamak zorunda olan canlıların, tanısın ya da tanımasın, o toplumda yaşayan bütün canlılara karşı bir sorumluluğu vardır. Yaşamakta olduğumuz salgın sürecinde maske takma sorumluluğumuz olduğu gibi.. 

YÖNETİMLERİN SORUMLULUKLARI

Hiçbir plan ve program olmadan, köylerde, kasabalarda yaşamakta olan ve genellikle tarımla uğraşan insanlarımızı yaşadıkları ortamdan koparıp büyükşehirlerin varoşlarına yığmak, hem insanlarımızın hem de ülkemizin geleceğini tehlikeye atmaktır. Çünkü plansız, denetimsiz göç dalgaları, sonuçta, yağma düzenini körükleyen bir “altına Hücum” çılgınlığına neden olur. Oy uğruna, rant uğruna çarpık kentleşmelere göz yumarak, ülkenin geleceğini tehlikeye atmak kimsenin hakkı değildir. 

İzmir ve İstanbul gibi büyük nüfuslu kentlerimizden birinde meydana gelebilecek bir doğal afet, yalnızca o kentlerin değil, bütün ülkenin zarar görmesine neden olabilir. İstanbul gibi büyük bir metropolün Gölcük depremi gibi bir felaket yaşadığını ve bu doğal felaketin İstanbul’da oluşturacağı olumsuzlukları bir düşünün.. Ayrıntılarına girmek istemiyoruz; tek kelimeyle batarız. 

TÜRKİYE NÜFUSUNUN DÖRTTE BİRİNİ BİR KENTE TOPLAMAK…

İzmir depremi bize, çarpık kentleşmeye bağlı olarak, tarım politikasında yaptığımız yanlışları da hatırlattı. Yıllardır yazılarımızda hep vurguladık; bir ülkenin en değerli varlığı nüfusudur. Türkiye nüfusunun dörtte birini ülkenin bir köşesine, İstanbul gibi, tarihte pekçok deprem felaketi yaşamış bir kente toplamak, çok riskli bir politikadır. 

İnsanlarımızı topraklarından koparıp büyük kentlerin varoşlarında ucuz emek işçilerine dönüştürmek, tarlaları bacasız fabrikalara dönüştüren çağdaş tarım politikalarıyla uyuşan bir gerçek değildir. Emperyalist ülkelerin, ucuz işgüçlerinden yararlanmak istedikleri geri kalmış ülkelere dayattıkları politikalardır. Tuzağa düşmeyelim, ülkemizin geleceğini karartmayalım. Plansız, programsız kentleşmeler sürecinde yaşayacağımız bir doğal afet, bir salgın hastalık, çözmekte çok zorlanacağımız sorunlar üretecektir. 

İnsanların günlük besin ihtiyaçlarını karşılayan bir hap üretilmediği sürece, “Benim sadık yârim kara topraktır” türküsünü marş olarak söylemeye mecburuz. Kaldı ki, öyle bir hap üretilse bile, hammaddesi, büyük bir olasılıkla tarımsal ürün olacaktır. Toprağa küsmek, tarımsal ürünler konusunda dışa bağımlı kalmak, yapılabilecek hataların en büyüğüdür. 

ÇARPIK YAPILAŞMANIN TEHLİKELERİ

Rant kavgası çarpık yapılaşmayı körüklüyor ve kentlerin çevresinde her türlü kontrolden uzak yerleşim bölgeleri oluşuyor. Zamanla kentlerin ayrılmaz parçaları haline gelen bu yerlerdeki kaçak yapılaşma, oy kaygısıyla verilen tapularla ödüllendiriliyorlar. Ülkemizin çeşitli bölgelerinde, deprem ve sel felaketleriyle maddi manevi acılar yaşamamıza neden olan sorumsuzluk zinciri böyle başlıyor. Oy kaygısıyla dere yataklarına, çürük zeminler yapılaşma izni verenler, gelecekte o insanların büyük acılar yaşamalarına neden olacaklarını göremiyorlar. 

Kontrolden uzak inşa edilen kalitesiz yapılar kısa süre sonra dökülmeye başlıyorlar. Deprem riskine karşı binaların yenilenmesi gereği doğuyor, kentsel dönüşüm uygulamaları başlıyor. 

İnşaat sektörü en az 15 sektöre canlılık sağladığı için, kentsel dönüşüm çalışmaları başlangıçta hepimizin hoşuna gidiyor. Bina sahipleri hiç masrafsız evlerini yeniliyorlar, yapı şirketleri bu furyadan büyük paralar kazanıyorlar. Başlangıçta, alanın da, satanın da mutlu olduğu bir kentsel dönüşüm çarkı dönmeye başlıyor. 

Fakat bu sistemin, gereği gibi yönetilmediğinde, “mutluluk zinciri”ne dönüşme olasılığı gözardı ediliyor. Bu sistemin, tıkandığı noktada, büyük bir ekonomik krize neden olduğu, mortgage krizi gibi küresel çapta yaşanmış örneklere rağmen, unutuluyor. 

Binalar yenilenirken, mal sahiplerinin payları düşürülerek, yüklenici firmaya, aynı arsa üzerinde yaptığı masrafları çıkaracak ve belli oranda kazanç sağlayacak haklar veriliyor. Yüklenici firmanın hem yenilediği, hem de aynı arsa üzerinde kendisi için ürettiği dairelere harcadığı paraları geri alabilmesi için yaptığı maliyet hesapları, kentsel dönüşüm geçirmiş semtlerde fiyatların uçmasına neden olmaktadır. 

Bu noktada, “Elbette, adam harcadığı parayı geri alamazsa, biraz da kazanç sağlamazsa neden yapsın?” denilebilir. Sorun da burada başlıyor. Kentsel dönüşümü ve olası sonuçlarını tartışmaya başlıyoruz. 

İzmir depremiyle birlikte İstanbul’u ve kentsel dönüşümü konuşmaya başladık. Kentsel dönüşümler, yorgun binaların yenilenmesi için başvurulan yenilenmesi operasyonudur. Kensel dönüşümler, çoğu zaman da, geçmişte yapılan hataları örtmek amacıyla yapılan zorunlu makyajlar olmaktadır. 

Kentsel dönüşümlerin, ekonomileri canlandırma gibi olumlu sonuçları olduğu kadar, kontrolden çıktığında, ekonomik krizler üretme riskleri de vardır. ABD gibi bir ülkede bile, ekonomiyi canlandırma adına başlatılan yeni konutlar üretme kampanyalarının “mutluluk zinciri”ne dönüşebildiğini ve Mortgage gibi küresel ekonomik krizler üretebildiğini asla unutmayalım. 

Dünya genelinde yapılan hesaplamalar göre, konut fiyatları, içince yaşayan ailelerin üç yıllık toplam gelirleri düzeyinde olduğu sürece bir sorun yaşanmıyor. Eğer konut fiyatları 4 ya da 5 yıllık kazanç düzeyine yükselirse, tehlike çanları çalmaya başlıyor ve kaçınılmaz olarak bir ekonomik kriz yaşanıyor. 2008’deki mortgage krizi, konut fiyatlarının içinde yaşayan ailelerin 5 yıllık kazançları düzeyinde çıktığında patlak vermiş ve bütün dünya ekonomilerini çok olumsuz etkilemişti. 

Sel ve deprem felaketlerinden çıkaracağımız en önemli dersler, planlı, programlı kentleşme ve kontrollü inşaattır. Önemli olan, insanları köylerinden, topraklarından koparıp büyük metropollerin çevresine ucuz işgücü adaları oluşturmak değil, insanlara bulundukları yerlerde mutlu olabilecekleri bir yaşam düzeni sağlamaktır. 

İzmir depremi, daha büyük acılar yaşamamız için, çok önemli bir uyarıdır. Söze İzmir’den başlayıp, sohbeti İstanbul’a bağlamak istemiyoruz; anlayan neler anlatmak istediğimizi anlamıştır.. 

Allah ülkemizi her türlü afetten korusun..