Genel Türk Târihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi 

Prof. Dr. ABDÜLKADİR DONUK

İle Türkçülük ve İslâmiyet, Türk-İslâm Sentezi Hakkında Sohbet…

Oğuz Çetinoğlu: Türkçü’ ve ‘Türkçülük’ sözünden ne anlamalıyız?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Ziya Gökalp; ‘Türkçülük, Türk milletini yüceltmek demektir.’ Diyor. Bu düsturun dışına çıkmayan kişi ‘Türkçü’dür.

Bilindiği gibi, Türkçülük, Millî Mücâdele’nin başarıya ulaşmasında ve Cumhuriyetin teşkilâtlanmasında rol oynayan en önemli akımdır. Kasım 1908’de kurulan Türk Derneği bu akımın beşiği olmuştur. Türkçüler daha sonra Ağustos 1911’de kurulan Türk Yurdu Cemiyeti’nde toplanmaya başladılar. Asıl teşkilâtlanma 3 Temmuz 1911’de kurulan Türk Ocağı Derneği’nde gerçekleşti.

Çetinoğlu: Türkçülük akımının gayesi hakkında bilgi lütfeder misiniz?

Donuk: Türkçülük akımının gayesini genel hatları ile şu şekilde özetlemek mümkündür: ‘Osmanlı bayrağı altında bilinçsiz bir şekilde yaşayan Türkleri millî bir duygu ile bilinçlendirmek, milliyetini idrak ettirmek. Sarsılmış olan Osmanlı Saltanatı’nın dayanaklarını yeniden kuvvetlendirmek… Millî hüviyetinden ve şahsiyetinden tâviz vermeden batı medeniyeti içerisinde yerini almaktır.’

Türkçüler batılılaşma konusunda da medeniyet ve kültürü ayırarak, batıdan medeniyetin alınabileceğini, ancak kültürün millî olduğunu savunmuşlardır. Bu konuda Ziya Gökalp’in şu formülünü hatırlatalım: ‘Türk ırkındanım. İslâm ümmetindenim. Garb medeniyetindenim.’

Özetle Türkçüler şöyle diyorlardı: ‘Balkan Savaşları neticesinde gayr-i Müslimler ayrılmışlardır. Orta Doğu’da Araplar kendi organizasyonları ile meşguldürler. O hâlde devlet ancak, Türk milletini bilinçlendirip güçlendirmekle kurtarılabilir.’

Çetinoğlu: Türklük’ ile ‘Türk milleti’ kavramı arasındaki farkı açıklar mısınız?

Donuk: Türklük kavramı, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın bütün Türk topluluklarını kapsayan, ‘Türk olma halini’ ifâde eden geniş ve zengin bir târiftir. Türklük, Türk milletinin yalnızca Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki varlık ve değerlerini değil, dünyanın her bölgesindeki Türkleri ve ortak eserlerini içine alan umumî bir kavramdır. Türklükte anlaşılması gereken, yalnızca bugünü değil, coğrafyaları ve zamanı aşan bir derinlik ve bakış açısı ile bu târife uyan maddî, mânevî, beşerî, kültürel, sosyal, iktisâdî, antropolojik ve arkeolojik vb. bütün Türk varlığını, eserlerini ve geleceğini ihtiva etmektir.

Türklük’ kavramı ile ne anlamamız gerektiğini rahmetli hocam İbrahim Kafesoğlu’dan okuyalım:

‘Türkiye’nin de dâhil bulunduğu yaklaşık 250 milyona yakın Türk dünyasını bütün olarak ele almak, birbirinden ayrı kalmış Türk toplulukları arasındaki târihî ve kültürel bağları, ilmî olarak tespit etmek gerekmektedir.

Binlerce yıllık târih birliği yanında günün problemleri açısından da bütün Türk âleminin bir mukadderat ortaklığının ana çizgisi üzerinde bulunduğu inkâr edilemez. Çeşitli bölgelerde dağınık hâlde yaşamalarına bakılınca, Türklerin her tarafta aynı tehlikelere mâruz kaldıkları ve selâmete ulaşmak için, Türkiye dâhil hepsinin, müşterek karakterde bir hedefe doğru ilerleme çabası içinde oldukları anlaşılır. Bundan dolayı, nefis müdafaasının zarurî kıldığı gaye birliğinin sâdece bir ifâdesinden ibâret ‘bütün Türklük’ mes’elesi dış Türkler için olduğu kadar, korunma ve yükselmesi uğrunda fedakârâne gayretler sarfı gerekli Türkiye’miz için de hayatî değer taşımaktadır.

İçimizde aydın geçinen bazı gruplar Türkiye ile Türk dünyası arasındaki bağı koparmak istemektedirler. İddialarına göre, dışarıdaki Türklerle Cumhuriyetimizin ne politik, ne kültürel bağları kalmıştır. Onlar yüzyıllardan beri farklı bir târihî gelişme sonucunda Türkiye Türklüğünden kopmuşlar, başka ülkelerin, başka idârecilerin fertleri olmuşlar ve bize yabancılaşmışlardır.

Tâbi oldukları rejimler ve yaşama imkânları ne olursa olsun, dış Türklerle alâkalandırmamak gerekir, çünkü onlar artık bizden sayılmazlar.

Bir Orta Asya Türklüğünün bir İdil-Ural Türklüğünün, bir Doğu Türkistan, bir İran, Irak, Suriye, Kıbrıs ve Balkanlar Türklüğünün varlığını, inkârı imkânsız bir târihî hakikati, göz kırpmadan red edebilen bu fikrin müdafaacıları bir yandan sakat görüşlerini yaymaya çalışmakta, diğer taraftan da Atatürk devrinin zihinlere işlediği ‘Bütün Türklük’ şuurundan kalan son izleri de silip yok etmek için Türk târihini ve Türkiye Türkçesini insafsızca tahrif ve tahrip etmek gayretindedirler. Kısaca Türkiye Türkleri Anadolu’da yalnız başına bırakılmış olacaktır.

Bugün de her iki tarafın gönül birliği içinde yaşadığına şüphe yoktur. Dışarıdaki kardeşlerimiz yaptığımız İstiklâl Savaşı ile Türklük haysiyetini kurtaran Türkiye’ye şevk dolu gözlerle bakmaktadırlar. Kuvvetli ordusu, demokratik idâresi ve milletlerarası seçkin mevkii ile Türkiye, onlar için, hürriyet zevki ve insan olmanın emsalsiz hazzı içinde yaşayan biricik kardeş ülkedir. Demek ki dış Türkler için Türkiye bir kuvvet ise, Türkiye de dış Türkler için bir ümittir. Ümitle kuvvetin birleştiği ‘Bütün Türklük’ deyiminde Türk dünyasının mukadderat birliği en veciz ifâdesini bulur.

Yine hatırlatalım ki, mâlum zihniyete göre, meselâ ‘Türk Milleti’ Cumhuriyet sınırları dâhilindeki insanlardan kuruludur ve ondan ibârettir. Halk kütleleri arasında dil birliği, kültür ortaklığı olmadığı gibi, millî kültürün yayılma ve işlenmesine de lüzum yoktur. Yine onlara göre, Türkiye’de nüfus

kâğıdında Türk vatandaşı yazılı herkes Türk’tür, fakat resmî sınırlarımız dışında kalan, ana dili Türkçe ve Türk kültürüne mensup milyonlarca insan Türk değil, yabancıdır!’

(İ. Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, İstanbul, 1970, s. 214-224).

Çetinoğlu: Milliyetçi’ ve ‘Türk Milliyetçisi’ kavramından ne anlamak gerekir?

Donuk: Kısaca milliyetçilik Allah’ın verdiği bütün değerlere sâhip çıkmaktır, korumaktır. Kişinin milletine sevgi ve saygı hisleriyle bağlanmasıdır. Allah’ın verdiği kimliği, dili ve diğer bütün değerleri muhafaza etmeye gayret etmenin adı milliyetçiliktir. Milliyetçi olmak sâdece mensup

olduğun milleti sevmek değil, icabında onlar için her türlü fedakârlıklara katlanmak demektir.

Türk milliyetçiliği ise, mensup olduğu Türk milletine bağlılıktır, sadakattir, milletini sevmek ve saymaktır. Türk milliyetçisi Türk dilini koruyan, Türk seciye ve ahlâkını yükselten, Türk düşüncesinin ilmî, fikrî, edebî, felsefî ve teknik sahalarda imkânlarını zenginleştiren, İslâmiyet’i muhterem tutan, dünya Türklüğünün istiklâl, hürriyet, refah ve saadeti için çalışan insandır.

Çetinoğlu: Türkçülük ve İslamiyet ilişkisini yorumlar mısınız?

Donuk: Bu konuda geçmişe baktığımızda şu gerçeği görürüz: Türk milleti dindar olmakla, yani dinî akidelere ve İslam’ın iman ve amel prensiplerine bağlı kalmakla berâber, târih boyunca yaşanan hayatı yalnız din açısından değerlendirecek bir gayretin temsilcisi olmamıştır.

Vicdan hürriyeti Türk târihinin ana karakteri halindedir. Türkler engeniş dini toleransa sâhip milletlerin başında gelir. Sultan Tuğrul Bey’in kabul ettiği laiklik, hiç olmazsa tatbikat şeklinde, Türk devletlerinde daima mevcut olmuştur. Bugüne kadar hiçbir Türk devleti dinî vasıf taşımamıştır. Peygamberler veya veliler tarafından idâre edilen Türk devleti yoktur. İslamî Türk devletlerinde bile din, aynı zamanda dünya işlerine hükmeden bir unsur olarak görülmemiş ve Türk hükümdarları, şeriat yanında, dünyevî kanunlar da yapmışlardır. Sultan Melikşah’ın, Uzun Hasan’ın, Fatih’in, Kanunî’nin kanunları hatırlanmalıdır.

Şeriatçı olmayan Türk milliyetçisi yurdumuzda millî birliği temelinden sarsabilecek mahiyetteki Alevilik-Sünnilik gibi mezhep mücâdelesine de kesin suretle karşıdır.

(bk. İ. Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, s. 274; Aynı müell. Türk Milli Kültürü, s.256)

Çetinoğlu: Türk milliyetçilerinin din ile kavgalı olduğu iddialarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Donuk: Her millette olduğu gibi, Türk milleti içerisinde de dinî duyguları zayıf insanlar olabilir. Bu inanış ve düşünce tamamen onları bağlar. O, kul ile Allah arasında olan bağlantıdır, hesabını kendisi verecektir. Her Türk milliyetçisi inançlı olmak ve mensup olduğu İslâmiyet’i daima muhterem tutmak mevkiindedir. İslâm mübârek ve mukaddes dinimizdir. Din-i mübindir, yani Allah’ın iyiyi kötüyü, hayrı ve şerri ayırt eden apaçık ilahî hükümler manzumesidir. Vicdanlarımızdaki ilahî ışıktır. Türklük şuuru, İslâm ahlak ve faziletini şiar edinerek Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşamaya gayret eden insanlarız.

Çetinoğlu: Din olgusuna mesafeli olduğu söylenen Kemalizm düşüncesinin Mustafa Kemal Atatürk ile bağlantısı hakkında düşüncelerinizi açıklar mısınız?

Donuk: Atatürk’ün din anlayışı hakkında çok şeyler dinledik ve okuduk. Tam bir iman sâhibi olduğunu ifâde eden de var, aksini söyleyen de var. Dedik ya, ‘Ameller niyete göredir.’ Buna göre vicdanında az da olsa Allah korkusu olan, Atatürk’e böyle iftiralarda bulunmaz. Atatürk’ün bu hususta en büyük gayesi dini ‘hurafelerden, câhil bilgisiz insanların’ elinden kurtarmaktı.

Çeşitli konuşmalarında bu konuyu defalarca belirtmiştir. Buna rağmen, hem konuşmalarını hem din konusunda yaptıklarını inkâr etmek bir Müslüman’a yakışır mı? Herkes, Atatürk’ü dilediği gibi yorumlamaya çalıştı. Herkes kendi kafasında canlandırdığı Atatürk’ü bu topluma kabul ettirmek için uğraştı. Sonunda, gerçeğin çok dışında bir Atatürk portresi ortaya çıktı.

Bakınız gazeteci Emin Pazarcı’nın bulup neşrettiği bir belge dahi Atatürk’ün nasıl imanlı bir Türk evladı olduğunu ispat eder: Cumhuriyet’in ilk yıllarından Atatürk’ün ölümüne kadar Harp Okulu’ndan mezun olan öğrenciler Kur’an üzerine el basarak yemin ediyorlardı.

Belgede aynen şunlar yazıyor: ‘Ben sulhta ve harpta, karada ve denizde ve havada ve her nerede olursa olsun milletime ve memleketime daima doğruluk ve sadakatle hizmet ve hükümeti Cumhuriyetimizin bütün kanun ve nizamlarına ve âmirlerimizin her türlü emirlerine bütün kalbimle itaat etmekten ayrılmayacağıma ve milletimin namını, mukaddes ve şerefli sancağımın şanını ve askerliğin namus ve şerefini canımdan aziz bilip bu uğurda seve seve canımı feda etmekten hiçbir zaman çekinmeyeceğime ve her zaman vazifesini, nâmusunu sever, özü ve sözü doğru ve gayretli bir asker olarak çalışmaktan başka bir şey düşünmeyeceğime Cenab-ı Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Azimmüşşan’a el basarak yemin ediyorum. Vallah ve Billah.’                                                                    (Emin Pazarcı, İşte Gerçek Atatürk, Tercüman, 22.11.2004)

Ayrıca Harp Okulu’nda mecburî olarak din dersleri de okutuluyordu.

(Herkese; gerçek İlâhiyat Fakültesi hocası Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın ‘Atatürk ve Din’ adlı kitabını okumasını tavsiye ederim).

Çetinoğlu: Türk İslam Sentezi ile ilgili görüşlerinizi sorabilir miyim? 

Donuk: Türk-İslâm sentezi kavramı bana göre uygun değildir. İslâm’ın senteze ihtiyâcı yoktur. Her kişi ve her kavim Allah’ın gönderdiği en son hak dini İslâm’a uymak mecburiyetindedir. Bu konuyu Aydınlar Ocağı kurucularından ve daha sonra başkanlığını yapmış olan Prof. Dr. Süleyman Yalçın hoca çok iyi açıklamış idi. Hoca diyor ki:

1970’li yıllara doğru ülke gündemini tespit edecek ve devletimizin bekası için fikirler ileri sürecek bir derneğe veya vakfa veya bir Ocak’a ihtiyâcımız olduğunu düşünerek, ülkemizin gerçek aydınları olarak bir araya gelme ihtiyâcını hissettik. Bunun içindir ki, arkadaşlarımız arasında Türkçülük ve

İslâmcılık yönleri ağır basanlar bir araya gelmek suretiyle Aydınlar Ocağı çatısı altında toplandık. Özetle sentez şahısların bir araya gelmesi ile meydana geldi. Hadise bundan ibârettir.’

Görülüyor ki, olay sâdece şahısların bir çatı altında toplanmasıyla teşekkül etmiştir. Gaye, Türk ile İslâm’ı birbirine karıştırarak sentez adı altında İslâm’ı bir ucube hâline getirmek değildir.

Ancak ülkemizde hem Türk’ten hem İslâm’dan rahatsız olan soysuz ve imansız insanlar bulunmaktadır. Bunlar devamlı olarak Türk’e ve İslâm’a ağır sözler söylerler. Bunlara karşı hem mensup olduğumuz ve iftihar ettiğimiz Türk ve Türklüğün haklarını savunmak hem yüce İslâm dinine yapılan hücumları bertaraf etmek ihtiyâcı ortaya çıkmıştır.

Allah’ın bizlere bahşettiği kavmimize ve inancımıza sâhip çıkmak, söz söyletmemek vazifemiz değil mi? Bunları yerine getiremiyor isek, mevcudiyetimizin ne anlamı var?

İslâm’ı karanlıklar âlemi ve gericilikle itham edenler, Kur’ân’ı açıp okumuş olsa idiler, ne kadar gaflet içerisinde olduklarını anlamış olurlardı.

Bu tip insanlar sâdece El- Enfâl sûresi 60. âyeti öğrenmiş olsalardı, emin olunuz, hemen imana gelirlerdi:

Düşmanın silahından daha üstün bir silahla mücâdele ediniz.’

İşte, Türk ve İslâm konusunda bir araya gelen insanların yaptıkları mücâdelenin özeti.

Bu arada kendini Türk kabul edenlerin yüce İslâm dinine toz kondurmadıkları halde, İslâmî kesimde aynı titizliği müşahede edemiyoruz. Şöyle ki;

a- Diyorlar ki, ‘İslâmiyet milliyetçiliği reddeder.’ Bilindiği gibi, İslâm milliyetçiliği ve ırk kavramını değil, ‘ırkçılığı’ reddeder.

b- Diyorlar ki, ‘Milliyetçilik ilerlemeyi engellermiş.’ Ne kadar sakat bir düşünce. Batılı milletler, millî duygularından dolayı mı geri kaldılar?

c- Diyorlar ki, ‘Mensup olduğunuz soy ve sopunuz ile övünemezsiniz.’ Yanlış okumadınız. Bunu kimler söylüyor dersiniz? Anlı şanlı İlahiyat profesörleri. Ne hakla soyumla övünmemi yasaklıyorsunuz? Türk’e olan düşmanlığınızın sebebi nedir? Mesela bir Türk ile bir Rus güreş yapıyorlar, Türk’ün Rus’u tuş ile yenmesi neticesinde övünmek, gurur duymak hakkımız değil mi?

d- Hocanın biri de ortaya çıkıyor ve diyor ki; ‘Çocuklarınıza Türk adını veremezsiniz, çünkü onlar kâfirdi.’ Yani şu Türk isimlerini veremezsiniz demek istiyor: Bilge, Oğuz, Kültegin, Mete, Çağrı, İlteriş, Alp, Alp Bilge, Ayhan, Orhan, Yıldız, İlhan, Aydın, Alptekin, Aybike, Aycan, Alpay, Oktay,

Alparslan, Turan, Doğan, Turgut, Korkud, Sencer, Selçuk, Terken vb…

İslâmiyet öncesi Türklerin kâfir olmayıp, aksine Tanrı’ya inandıklarını gösteren yüzlerce belgeye sâhip bulunmaktayız.

e- Bir başka hoca da yazdığı İlmihal de tanınmış bir Türk hükümdarı olan Atilla’ya ‘gaddar, barbar, Allah’ın belası’ diyor. Protestan mezhebinin kurucusu Martin Luther de aynısını söylüyor. Bizim hocanın M. Luther’den ne farkı kaldı dersiniz? (Tam İlmihal, Seadet-i Ebediye, İstanbul, 1982, s.

381).

Prof. Dr. ABDÜLKADİR DONUK

1948 yılında Adana’nın Ceyhan ilçesine bağlı Kırmıt nahiyesinde doğdu. İlkokulu doğduğu köyde, orta okulu ve liseyi Ceyhan’ da bitirdi. 1968 de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Târih Bölümü’ne kayıt olarak 1972 yılı Haziran ayında bu bölümün Umumî Türk Târihi Kürsüsü’nden mezun oldu. Yardımcı sertifikaları Yeniçağ Târihi ile Fars Dili ve Edebiyatı idi. Aynı yılın sonunda yapılan yabancı dil imtihanını kazanarak doktora çalışmalarına Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun yanında başladı. 1969 yılından asistanlığa tâyin edildi. 1975 yılına kadar Umumi Türk Târihi Kürsü Kütüphanesi’nde kütüphane memuru olarak çalıştı. 1975 yazında 4 aylık kısa devreden istifâde ederek İzmir’in Bornova İlçesi’nde askerliğini yaptı.

1978 de doktora tezini tamamlayarak aynı yılın Haziran ayında ‘Doktor’ unvanını aldı. 1980 yılının Ekim ayında kendi imkânlarıyla Amerika’ya giderek Columbia Üniversitesi’nde 1981 yılının Nisan ayına kadar, 6 ay süre ile branşı ile ilgili konularda çalıştı.

1983 yılında doçentlik imtihanının bütün safhalarını tamamlayarak ‘Üniversite Doçenti’ unvanını aldı. 1988 yılında da ‘Profesör’ oldu. 2016 yılında hizmet süresi dolduğundan emekli oldu. Hâlen bir vakıf üniversitesinde eğitim hizmetlerine devam ediyor.