“Gençlik başımda duman, ilk aşkım ilk heyecan… Kovaladıkça kaçan ateşböceği misin?”

Yaş kemâle erdiğinde tıpkı çocukluğumuz gibi gençliğimizi de mumla arar hale geliyor ama her seferinde elimiz boş dönüyoruz maalesef.

Giden zamanın ardından koşulur mu, koşulsa da o zaman yeniden tutulur mu bir umutla? Kim geri getirebilmiş ki elinden kayıp giden yılları? Hiç kimse. Çocukluğumda en çok duyduğum cümleydi belki de “Aman gençliğinizin kıymetini bilin çocuklar.” Gençliğin kıymetini bilmek ne demekti ki? Kanı kaynayan bir delikanlı veya genç kız için ne kadar geçerli bir cümleydi. Üstelik bu cümleyi kuran büyüklerimiz kendi gençliklerinin kıymetini ne kadar bilmişlerdi? Benim gözümün önünde yaşanan örneklere bakacak olursak, dil başka beden başka konuştu yıllarca. Ağızlarda annelerimizin atasözü haline gelen o klasik cümleye tezat didinmeyle geçen ömürler ve yıpranan bedenler… Hayat hiçbir zaman müsaade etmiyor ki tamamen keyfini çıkarmamıza. Bir sürü sınav kağıdı koyuyor yastığımızın altına. Her gün ayrı telden imtihanlar kapımızı çalıp duruyor. En hasından hastalıklar, hasretlikler, geçim derdi, aş kaygısı, haksızlıklar, kavgalar, ölümler, gelecek kaygısı taşıyan düşünceler, kapıya dayanan faturalar, işten çıkarılmalar… Akla gelmeyip başa gelen ne varsa hepsi insanoğlunu bulup sıkıyor boğazını.

Kimini çocukluğundan bu yana kimini de gençliğinden yakalıyor. Hadi bakalım sıkıysa yaşa çocukluğunu gençliğini. Öyle olmuyor işte, “Yaşayacağım,” demekle yaşanmıyor. Bütün bu hayat kavgasının içinde savaşırken yıllar geçiyor, yaş alıyorsun. Yaş aldıkça yaşlanıyor, yavaş yavaş bedeninin zayıflığına teslim oluyorsun. O hastane senin bu hastane benim dolaşıp duruyorsun. Yaşamak için didinmeyle geçen gençliğin, yaşlanınca, “Hayat sen ne çabuk harcadın beni,” şarkısıyla hastane köşelerinde son buluyor.

Dün dünde kaldı, yarına daha çok var. En iyisi mi sen bugünü yaşa. Su akar yolunu bulur, ruhuna bedenine sahip çık.