Üniversitede, mezuniyet döneminde en çok zorlandıkları ders de mezuniyet tezini aldığı Tefsir dersi imiş… Hani “İslam’da Ahlak” isimli mezuniyet tezini aldığı ders…
En iyi arkadaşlarından biri olan Turgut Yaşar 3.sınıfta bu dersi veremediği için okuldan atılmış…Ve daha ona benzer onlarca arkadaşı son sınıfa gelemeden okuldan atılmış…
Tefsir dersinden öğrenciler çok zorlanıyormuş... O zamanın en modern ses alma cihazı teypmiş…Gazi Öğretmen bir teyp almış… O dönemin en değerli hocalarından kurs ta alıyormuş…
Bir hoca varmış…Mezun olduğu okul sebebiyle derslerine giremiyormuş…Ancak su gibi de Arapça biliyormuş...Gazi Öğretmen birkaç arkadaşıyla birlikte o dönemlerde bir caminin müştemilatı olan, eskiden medrese olarak kullanılan ve sonradan yüksek okul öğrencilerine pansiyon olarak tahsis edilen bir yerdeki kütüphanede kursa gidiyormuş…
Kurs hocasızın adı: sayın Sadreddin Yüksel imiş...Hocası Tefsir kursunda Celaleyn tefsirini okuyup tercüme ederken Gazi Öğretmen hem dinliyor, hem teybe alıyormuş...
Gazi Öğretmenin kaldığı yatakhane bölümünün en üst 4. katı İslam Medeniyetinde sorulara cevap hazırladığından olsa gerek, çalışma imkânı sağlamak için adeta kendisine tahsis edilmiş...
Ana binada etüt bitiminde herkes bu yatakhane bölümüne geçtikten ve tüm elektrikler söndükten sonra Gazi Öğretmen tek başına en üst kattaki odasında belki de gece yarılarına kadar hem teypten okunanları dinleyerek Tefsir çalışıyor hem soruları cevaplandırıyor hem de diğer derslere çalışıyormuş...
Gazi Öğretmene yapılan bu yatakhane ayrıcalığının da hakkını vermesi gerekiyormuş...Onun için gerçekten çok çalışıyormuş...
Bu arada her Pazar Cağaloğlu’ndaki Milli Türk Talebe Birliğinde 5 arkadaşıyla birlikte Judo kurslarını da aksaksız yürütüyormuş...Judo kursları da görülmeye değer nitelikteymiş...
Kıbrıs olayları nedeniyle gönüllü olarak başladıkları, iki ay içinde ehliyet aldıkları, yakın dövüş teknikleri, savaş taktikleri eğitimi aldıkları, Sayın Rauf Denktaş’ı gizlice Anamur burnundan Kıbrıs’a çıkarma planları yaptıkları Milli Türk Talebe Birliğindeki çalışmalarının devamı olan Judo kursu nedeniyle her Pazar M.T.T.Birliğine gitmeye devam ediyorlarmış...
M.T.T.Birliği Avrupa yakasında Gazi Öğretmenin okulu Anadolu yakasındaymış...En az 3 saat gidiş, 3 saat dönüş yolları olurmuş...
Saat 00.21’de kurstan çıkar Sirkeci’de köprü altındaki lokantalarda Lüferlerini yedikten sonra son yolcu gemisine biner, okullarına gelirlermiş...
Yemekhanenin 2.anahtarları da kendilerinde olduğu için aşçının kendileri için dolaba koyduğu yiyeceklerini yer ve öyle yatarlarmış…
Bütün bu yoğunluk içinde aylık olarak çıkardıkları İslam Medeniyeti Mecmuasındaki soru-cevap serüvenide devam ediyormuş...
15 Şubat 1968 tarihinde yayımlanan mecmuada İzmir’den sayın İsmet Soyer, Denizli’nin Boğaziçi kasabasından sayın Süleyman Karakula, İstanbul Beyoğlu’ndan sayın Josef Vosgeriçyan, Konya’dan sayın Arif Ayyıldız, Küçükköy’den sayın İmdat Kaya, Çanakkale Bayramiç kazasından sayın Ramazan Eren ve Burdur’dan sayın Harun Ünal’ın sorularını cevaplandırmış…,
O ayda yayınlanan soru ve cevaplar içinde en enteresanı İstanbul Beyoğlu’ndan mektup gönderen sayın Josef Vosgeriçyan’ın mektubuymuş...
Josef Vosgeriçyan adıyla mektup gönderen okuyucu, Müslüman olmadığını, dergiyi beğenerek okuduğunu söylüyor ve şu anda bile anlatılamıyacak 5 tane soru sormuş... Mecmuada bu soruların ve cevaplarının halka açık olarak yayılanması sakıncalıymış...
Onun için: “Sorularınız dava ve prensiplerimize aykırı olduğu için cevap veremiyoruz…” demiş ancak sorduğu soruları cevaplandırıp içine dini bir kitap da koyarak mektupla adresine gönderdikten yaklaşık 1 ay sonra “kişiye özel” olarak Gazi Öğretmene 2.mektubu gelmiş, sorularının cevabını ve gönderilen kitabı okuduktan sonra din değiştirerek Beyoğlu müftülüğüne giderek Müslüman olduğunu belirtmiş...
Bu da taptaze bir anı olarak hala Gazi Öğretmenin içinde hissettiği bir duygu olarak yerini koruyormuş...
Bu arada Tefsir dersi Öğretmeni Sayın Zeki Sofuoğlu’nun bitirme tezi olarak verdiği “İslam’da Ahlak” kitabını da tamamlamış...
Diğer öğrenci arkadaşlarından ayrı olarak bitirme tezine ayrı bir cilt yaptırmak için araştırma yapıyormuş...
O dönemde en popüler duvar takvimi Sönmez takvimleriymiş...Sönmez takvimlerinin yayın müdürü sayın Ali İhsan Yurt, Cağaloğlu’nda bir büroda çalışıyormuş... Kendisini bir arkadaşı kanalı ile tanımış...
Tez’ini ciltletmek istiyormuş... O dönemde fotokopi de yaygın değilmiş…Tek nüsha hazırlamış... Kaybolursa 3 yıllık emeği boşa gidecekmiş...
Bir cumartesi günü yine boğazı geçerek Avrupa yakasına, Cağaloğlu’na, Sönmez takvimleri neşriyat müdürü sayın Ali İhsan Yurt ’un yanına gitmiş, durumu anlatmış...Beraberce yayınevine gidecek ve tezini birlikte ciltleteceklermiş...
Derken içeriye zayıf tipli, kısa boylu, hırpânî kılıklı, orta yaşlarda bir adam girmiş...Yayın müdürü geri dönmüş, çekmecesinden bir miktar para çıkarmış, gelen kişiye vermiş…Adam çıkıp gittikten sonra sayın Yurt, sandalyesine oturmuş...
Gazi Öğretmenden yaşça çok-çok büyük olmasına rağmen, ya kendilerini tanıştıran kişinin hatırına, ya da M.T.T.Birliğindeki çalışmaları hatırına veya Mecmuadaki köşesi hatırına Gazi Öğretmene adeta bir arkadaş muamelesi yaparcasına: “Sana bir sırrımı açıklayacağım.’’ Demiş...
Gazi Öğretmen Şaşırmış...Bu sır ne olabilirdi ve niçin kendisiyle paylaşmak lüzumunu hissetmişti? Ben neyim ki diye düşünceye dalmış…
Sayın Ali İhsan Yurt demiş ki: “Bu gelen İstiklal Marşı şairimiz rahmetli Mehmet Akif Ersoy’un oğlu…Mehmet Akif’i yıldıramayan güçler oğluna el attılar…Onu alkole alıştırdılar…Onu alkolik yaptılar…Hiçbir gelir kaynağı da yok…Gecelerce hep dışarılarda, köprü altlarında yatar…Biz 3-5 arkadaş kendi aramızda anlaştık…Akif’in oğlunu çağırdık…Ona; “Bizim babana borcumuz vardı. O vefat etti. Bu para senin. İstediğin an gel paranı bizden iste.” dedik…O gün bugündür bizlere gelir ve biz ona para veririz…Ayıldığı zaman bunun böyle olmadığını biliyor ama ne zaman paraya ihtiyacı olursa dilenmek yerine bize gelir ve biz de istetmeden onun ihtiyacını karşılarız.”
Gazi Öğretmen adeta yıkılmış…Yer yarılsa içine girecekmiş...Ayakları tutmaz olmuş…
Her şey olurdu da bu olamazdı…Koskoca Akif’in oğlu…Nasıl olurdu? Boğazına bir şeyler düğümlenmiş. Bir şeyler söylemek istemiş, söyleyememiş…
Ne yapmış, nereye gitmiş, nasıl gitmiş?.. Hiçbir şey anlayamadan okula gelmiş…Gözü gibi baktığı 3 yıllık emek mahsulü ödevini de bırakarak…
Durumu anlatacak, derdini paylaşacak arkadaş da bulamamış…
Öyle ya…Bu kendisine verilmiş bir sırdı…Bu sır açıklanamazdı ki…
Aradan yaklaşık 60 yıl geçmiş… Değerli okuyucularıyla bu sırrını paylaşmak istemiş...
Bir hafta sonra Sönmez takvimlerinin müdürünün yanına vardığı zaman sayın Ali İnsan Bey tezini ciltlenmiş halde eline tutuşturuvermiş…
Hem de hiç ücret almadan hem de cilt kapağı muşambalı olarak, hem de muşambanın içinde kauçukla olarak…
Ne o Gazi Öğretmene bir şey söyleyebilmiş, ne Gazi Öğretmen ona bir şey sorabilmiş…Hem de bir daha görüşmemecesine ayrılmışlar…Neden ve niçin öyle olmuş…Gazi Öğretmen anlayabilmiş değilmiş...
Çok sonraki yıllarda Akif’in oğlunun ölüm şeklini duyunca Gazi Öğretmen gözyaşı dökmüş…
İşte “neden” ve “niçin” lerin cevabı bu gözyaşlarında saklıymış…
( devam edecek )